20 Şubat 2015 Cuma

CİNNET VATANIM



           Bir ülkedeki politik atmosferin, özellikle de parlamentonun ve siyasal iktidarın halka etkisi yadsınamaz. Ülkeyi yönetenlerin tutum ve davranışları, söylemleri halka doğrudan sirayet eder. Hitler’in Almanya’sını, Mussolini’nin İtalya’sını ve Franco’nun İspanya’sını hatırlayınız değerli okurlar. Ya da direkt olarak bize en yakın örnek ve ileride bu üç Avrupa ülkesinin faşizan iktidarıyla birlikte anılacak AKP iktidarına bir bakalım ve cinnet geçiren Türk halkına nasıl etkileri var bir göz atalım.
            Bu hafta Türkiye’nin sarsıldığı Özgecan Aslan vahşetinin suçlusu üç kişi gibi görünebilir ancak bu cinayetin failleri sanıldığından çok daha fazla. Düşünün ki iktidara geldikleri günden bu yana kadını erkekten daha aşağıda göstermek, topluma bu zihniyeti zerk etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Tayyip Erdoğan’ın ötekileştirici diliyle söylersem, “bunlar” iktidara geldikleri günden bu yana kadının saç teliyle başlattıkları kadını erkekten aşağı gösterme algı operasyonunu “kadın mıdır kız mıdır”, “boş bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya” gibi söylemlerle pekiştirdiler; kadınların üç çocuk, beş çocuk yapacak birer damızlık olduklarını ifade ettiler, kadının sokakta kahkaha atmamasını, özgür kadınların topluma zarar verdiğini, hamile kalan kadının hamileliğinden utanması gerektiğini, tecavüze uğrayan kadının çocuğunu aldırmak yerine kendini öldürmesi gerektiğini, bir erkeğin annesinin diz kapağının üstünden tahrik olması gerektiğini halka anlatıp, çanak yalayıcı kalemşörleriyle mükemmel bir PR çalışmasının eseri olarak topluma yedirdiler! Sonuç mu? Kadına şiddetin ve cinsel saldırı suçunun temelinde en başta “kadını cinsel obje olarak görmek” yatar. İşte bu söylemler önce kadını ikinci sınıf vatandaş, daha sonra cinsiyetiyle ön plana çıkmış bağımlı bir birey daha sonra da vajinadan ibaret bir varlık gibi gösterdi. Medeniyetin temeli kadındır, medeniyet düşmanlarının her zaman ilk hedefi de kadındır! İşte yapılmak istenen ve sonuç ortada!
            Söylemlerin gücünü biz bu hafta katledilen gazeteci Nuh Köklü’de de yaşadık! Gezi Parkı sürecinde iktidar bizleri terörist olmakla suçlarken, Gezi direnişçilerinin kaldırım taşlarına ve camlara zarar verdiğini iddia ederken, bizler “camlar kırılsın, yeter ki canlar kırılmasın” demiştik. Polisin “balyoz timi” ve esnafın ortaklığıyla katledilen Ali İsmail’in duruşma günü ise Erdoğan “esnaf bu ülkenin askeri, polisi, kahramanıdır” diyerek adeta esnafa cesaret vermişti. Erdoğan ve partisinin hamasi dilinden dolayı halihazırda gergin olan halk bu denli bir anlayışın karşısında patlamaya hazır barut gibiydi. İşte o barut Nuh Köklü’ye patladı. Dükkanının camına kartopu geldiği gerekçesiyle camını candan daha değerli gören bir kendini bilmez esnaf tarafından katledildi. Üstelik katilin kurduğu cümle her şeyi özetlemeye yeter; Merak etmeyin birkaç gün yatar çıkarım…
            Türkiye’de süren sivil darbenin devamlılığı ve toplumsal muhalefeti engellemenin yolu olan İç Güvenlik Paketi bu hafta mecliste görüşülürken yaşananlar şok ediciydi. Amacı her türlü toplumsal muhalefeti ve AKP iktidarına yapılan herhangi bir eleştiriyi engellemek olan İç Güvenlik Paketi görüşmelerinde AKP milletvekilleri muhalefet partilerine adeta İç Güvenlik Paketi’nden sonra Türkiye’nin nasıl olacağının tablosunu çizdi. Daha parlamenter muhalefeti hazmedemeyen iktidar, CHP ve HDP milletvekillerine saldırdı, bir CHP’li vekil kafasına aldığı çekiç darbeleri ile yaralandı.
            Bu denli saldırgan zihniyetteki bir partinin derdinin iç güvenlik olmadığını hepimiz biliyoruz, ancak daha da tehlikelisi bugün toplumsal muhalefeti susturarak daha derin bir istibdat hedefleyen iktidarın parlamenter muhalefeti hazmedemediğini de şimdiden görüyoruz.
            Yolumuz yol değil. Açıkça gerici bir diktatörlüğe gidiyoruz. Bu diktatörlükte kadın olmayacak, renk olmayacak, kartopu olmayacak, eleştiri, konuşma, ifade, basın ve diğer tüm özgürlükler olmayacak! 
                                                                                                                   Gündem Gazetesi 20.02.2015

ANKARA’NIN EMRİ Mİ BECERİKSİZLİK Mİ?



         Çanakkale’de 18 Mart Deniz Zaferi Kutlamaları Tayyip Erdoğan’ın ustalık dönemini başlattığından beri gizli bir halk yasağı altında geçiyordu. Stadyumdaki kutlamalara asla ama asla sade vatandaşlar birkaç senedir alınmıyordu. Protokol davetiyeniz yok ise, açık tribünleri dolduran sivil kıyafetli askerlerden biri değilseniz veya kent dışından AKP flamalı otobüslerle şehre girmemiş iseniz stadyuma da giremiyordunuz. Stadyuma girmeyi en son 2011 senesindeki kutlamalarda bizzat denemiş, polis kontrol noktasını aşamayınca yanımızdaki bir avukat arkadaşın Baro Kartı ile kutlamalara ancak girebilmiştik.
            Kutlamaların Çanakkale Kordon’a alındığı dönemde ise alınan güvenlik önlemleri ile Çanakkalelilerin tören alanının çok ama çok dışında kaldığına hepimiz şahit olduk. Tören alanına halkın alınmadığı kanısına tam varacak iken bir mucize eseri tören alanına yakın kısımlarda sivil vatandaşların yer aldığını gördük ancak bu vatandaşların otobüslerle gelen malum partinin ziyaretçileri olduğunu kollarına bağladıkları veya boyunlarına astıkları parti flamaları sayesinde anlamıştık.
            Sırf Recep Tayyip Erdoğan geliyor diye ufacık kentin yolları kesiliyor, sanki savaştan yeni çıkmış Bağdat’ın sokaklarında yürüyormuşçasına adım başı kontrol noktasında polis aramaları ile karşılaşıyoruz her 18 Martta!
            Kısacası 18 Mart kutlamaları, Recep Tayyip Erdoğan tarafından keşfedildiğinden bu yana Çanakkaleli, kentlerinde kazanılmış ve bir milletin bütün kaderini değiştirmiş zaferi huzur içinde kutlayamıyor. Ancak bu yıl kutlamaların 100. yılı olması dolayısıyla herkes farklı bir kutlama beklerken Çanakkale Valililiğinden gelen bir açıklama Çanakkaleliler başta olmak üzere tüm Türkiye’deki vatandaşlarımızı şoka uğrattı. 18 Mart kutlamaları tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına YASAKLANDI!
            Bu durum akıl alır gibi değil, kabul edilebilirliği söz konusu dahi değil. Valilikten yapılan açıklamada “kente çok fazla ziyaretçi geldiğinden ötürü tören alanında ve Gelibolu Milli Parkı’nda oluşacak muhtemel yoğunluğun oluşmaması için bu karar alınmıştır” gibi saçma sapan ve doyurucu olmayan ifadeler var. Valilik yıllardan beri adı konulmamış bir yasağı bu sene, üstelik 100. yıl gibi önemli bir senede resmiliğe kavuşturdu.
            Recep Tayyip Erdoğan’ın her Çanakkale ziyaretinde bir protesto ile karşılaştığını, bu durumdan rahatsızlık duyduğunu ve son yıllardaki adı konulmamış yasakların bu sebeple uygulandığını Çanakkaleli biliyor. Bu durumda 100. yıl gibi önemli bir senede Valilikten çıkan ve önceki senelerdeki adı konulmamış yasağı resmileştiren bu yasak “bizzat Ankara’dan gelen bir baskının sonucu mu?” sorusunu akla getiriyor. Senelerdir 18 Mart kutlamalarında ve diğer tüm Milli Bayramlarda hiçbir “resmi” halk yasağı olmadı. Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet geleneğinde bayramlar halkın katılımı ile kutlanır. Eğer 18 Mart yasağı iktidardan gelen bir baskıdan ötürü ise Valiliğin ilgili bürokratlarına “hükümetin değil, devletin bürokratları olduklarını hatırlatmak” biz gazetecilerin görevi.
            Eğer Ankara’dan gelen bir baskı söz konusu değil ise ve gerçekten açıklamadaki gibi yoğunluk oluşmasından endişe ediliyorsa, Çanakkale Valiliği bu yoğunluğu önleyebilecek kapasiteye sahip değil midir? Valilik, Halkın huzur, güven ve kolaylık içinde “tören alanlarında ve tören alanına giden yollarda” 18 Mart Zaferini kutlamasını sağlamayacak kadar beceriksiz midir? Vatandaşların huzur, güven ve kolaylık içinde bayramlarını kutlamalarını sağlamak Valiliğin ve diğer ilgili devlet kuruluşlarının asli görevidir. Valilik başta olmak üzere ilgili tüm kuruluşlardaki yetkililer eğer bunları sağlamaya yeterli değillerse, bayramı vatandaşlarımıza yasaklamak yerine istifa müessesinin varlığını hatırlamalıdırlar. 
                                                                                                                   Gündem Gazetesi 13.02.2015