26 Aralık 2012 Çarşamba

ODTÜ’LÜ, GAZINI YE BAĞINI SORMA BU DEMOKRASİNİN!



               Başbakan Erdoğan geçtiğimiz hafta o meşhur ileri demokrasisini ODTÜ’de de yaşattı. Okulun isminde de Ortadoğu olunca bugünlerde Ortadoğu’ya giden demokrasi gibi gitti başbakanın demokrasisi ODTÜ’ye! Bu demokrasi aynı kaynakların demokrasisi ya! Kanla, baskıyla, savaşla gelen; adı demokrasi olup da en anti demokratik yönetimlerin kurulduğu “ileri demokrasiler”… O ülkeleri hatırlayalım önce; Libya başbakan Erdoğan’ın milyon dolarlar hibe ettiği bir “demokrasi” devrimi gerçekleştirdi… Yönetim şekli artık “şeriat”! Mısır, başbakan Erdoğan’ın medya, finans ve “çeşitli” destekleriyle demokrasiyi getirdi ülkesine… Geçtiğimiz hafta islami bir anayasayı kabul ettiler, yönetim şekilleri İslam!
            ODTÜ’ye giden demokrasiye bir bakalım şimdi de… Gazını ye bağını sorma bu demokrasinin, zira bu demokrasinin “ithal” edildiği bağ çok bilindik.
            Başbakan Erdoğan ve bakanları iktidara geldikleri günden bu yana 28 Şubat sürecini gerek göz yaşları, gerek daha değişik acıtasyonlar ile kanal kanal dolaşıp anlatıyorlar “ileri demokrasinin” havarileri olmanın haklı gururuyla… Her seferinde “üniversiteye girme hakları ellerinden aldığı iddia edilen” türbanlı gençlerin üzerindeki “devlet baskısını” anlatıp hüzünleniyorlar. Ama ne yazık ki tüm bunları yaparlarken; darbe dönemlerine rahmet okutan baskıları aynen uygularlarken kimse bu gerçeği göremiyor.
            O çok eleştirilen, öğrencilerin hakları ellerinden alındı, protesto hakları yoktu denilen darbe dönemlerinden ne farkı var bugünün? Üniversiteler bilim üretilen, her türlü düşüncenin özgürce ifade edilebildiği kurumlardır. Bu yüzden ODTÜ öğrencilerinin “hiçbir şiddet ve taşkınlığa” mahal vermeden yaptıkları protesto hiçbir polis müdahalesini hak etmezken başbakan Erdoğan’ın “yaptırttığı” insan hakkı ihlalini hiç mi hiç hak etmiyordu! Öğrencilerin protesto ettikleri sadece Başbakan erdoğan ve partisinin iç, dış ve ekonomi politikalarıydı. Bu onların en doğal ve anayasa ile saklı olan hakkıdır! Peki başbakanın polislere ne yaptırttı! Barikatlar kurdurttu, bilim ve düşünce özgürlüğünün merkezi bir üniversiteye panzerlerle girdi! O kurdukları barikatlara öğrenciler 100 metre bile yaklaşmadan uyarısız, koşulsuz müdahale başlatıldı, ortalık savaş alanına çevrildi!  Başbakanın kendi gibi düşünmeyen öğrencilere nefreti o kadar büyüktü ki “doğrudan atmayın yangın tehlikesi başlatır” yazan biber gazlarını 3-5 metre ötedeki öğrencilere üzerine attırması ve ciddi yaralanmalara sebebiyet vermesi, sırf psikolojileriyle oynamak amacıyla attırdığı ses bombaları bunun en açık örneğidir. Peki şimdi soruyorum başbakana ve sivil devleti arkasından anlayarak Atatürk Cumhuriyetini yıkıp II. Cumhuriyeti kurmayı kendilerine misyon edilmiş aydın çakmalarına; ağlayarak, sızlayarak, yargılayarak, oylarınıza oy; popülaritenize popülarite kattığınız “ideolojiden arınmış” üniversite mottolarınıza ne oldu? Başbakan Erdoğan’ın resmi ideoloji haline getirdiği devlet politikalarını protesto eden gençlerin üzerine kin, nefret kusulurken “sivil devlet anlayışınız nereye gitti?”
            Başbakan Erdoğan tüm bu olayların ardından kendi gibi düşünmeyenlere her zaman gösterdiği tepkiyi gösterdi! ODTÜ yönetimini kınadı ( tabi ne cüret akp hükümetine biat etmemek!), öğretim üyelerine kin kustu, öğrencileri terörist olmakla, devleti yıkma çabasında olmakla suçladı ( her zamankinden…). Özellikle öğretim üyelerini istifaya ısrarla çağırdı ve hala daha çağırıyor. Öğretim üyelerini, öğrencileri “düzgün yetiştirmemekle” suçluyor. (Bir de bunu Türkiye’nin en prestijli ve iyi üniversitelerinden birine yapabiliyor!) Burada düzgün yetiştirmemekten kasıt “düşünen, sorgulayan, tepki ortaya koyabilen” gençlik! Bundan büyük tehlike mi var II. Cumhuriyet için? Kendilerine hatırlatırız ki resmi ideoloji uğruna atıldığı iddia edilen öğretim üyeleri için televizyon programlarına bakanlarının ve YÖK başkanlarının katılımları daha çok yenidir. O dönemki siyasi baskıları eleştirirken bugün öğretim üyelerine yapılan siyasal baskının adı nedir? Bu Atatürk Cumhuriyeti’nin, tarihte yaşanan olayların saptırılarak resmi ideolojiyi kaldırma adı altında yepyeni bir resmi ideoloji altına sokularak yok edilme çabasıdır ve gayet açık yapılmaktadır!
            Değerli okurlar, bu olaylar ülkede son 10 yılda gelinen noktanın en basit örneklerinden biridir! Öyle ki adı konulmasa da zaten bir II. Cumhuriyetin içinde, iyice değişmiş bir hukuk sitemi ve insan algıları içinde; yepyeni bir düzende yaşıyoruz. Öyle ki ülkenin başındaki insan artık güçler ayrılığını kaldıracağını söyleyebilecek, eyalet ve başkanlık sistemlerini tek başına getireceğini iddialı ve kendinden emin bir şekilde söyleyecek kadar da rahat. Demokrasi ve düşünce özgürlüğü konusunda tüm Ortadoğu’ya ders veren ama kendi ülkesinden uyguladığı baskı ve polise çıkarttırılan meydan savaşları ile aslında nasıl bir manipülatif politika içinden geçtiğimizi görmek de “sivil devlet” yalanını görmek kadar kolaydır. Değerli okurlar, özellikle öğrencileri yandaş basının etkisiyle “anarşist” olarak niteleten okurlar; burada düşman öğrenciler değildir, bu gayet açık ve nettir. Atatürk Cumhuriyeti’nin kaderi, özgürlüğün, gerçek demokrasinin, laikliğin, halk iradesinin kaderi ya yakın zamanda değişecek ya da yanlış kesimleri düşman olarak görürken yok olup gidecektir!


                                                                                                                     Gündem Gazetesi 27.12.2012 

20 Aralık 2012 Perşembe

PATRIOTLAR KİMİ KİMDEN KORUYACAK?




           Geçtiğimiz günlerde çok tantanalara neden olan patriot füzeleri zayıf bir muhalefet ve manipülatif bir süreç ile Türkiye’ye dikildi. Ortadoğu’nun yeni fatihleri(!) Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu patriotların Suriye’den gelebilecek saldırılara önlem olarak konuşlandırıldığı konusunda ısrarlı. Ancak olay o kadar basit ve masum gözükmüyor. Zira tehlike geleceğini iddia ettikleri Esad rejiminin kendi ülkesindeki iç düşmanları yenmeye çalışırken Türkiye’ye saldırarak savaş çıkarma olasılığı neredeyse yok! Zaten bu stratejik hatayı yapmak için çiçeği burnunda bir “lider” olmak gerek! Kısaca füzelerin buraya bu basit  bahaneyle kondurulduğu aşikar!
            Peki Türkiye Ortadoğu’da izlediği siyaset ile nereye gidiyor? Durum hiç iç açıcı değil çünkü ABD’nin bir tertibi olan Büyük Ortadoğu Projesi planları Suriye’de suya düşürdü. Esad, ne Tunus ne Libya ne de Mısır liderleri kadar kolay lokma olmadı. Amerika’nın bölgedeki planını bilen Rusya, Çin gibi devletler yalancı bahara bir dur dedi ve bölgedeki dengeleri değiştirdiler. Çakma devrimlerin karşısındaki yeni aktörler Rusya ve Çin, ABD ve diğer batılı devletlerin en büyük silahı basın propaganlarını ve de Neoosmanlı kaftanı biçilmiş Türkiye’nin isyancılara desteğini ve bölge halkı üzerindeki tarihi sempatisini tepetaklak ediverdi.
            Türkiye, bu süreçte bölgeyi kendi çıkarlarına göre şekillendiren ve acılar diyarı Ortadoğu’yu yeni acılara, yeni sancılara iten ABD’    nin yanında. Türkiye alenen Arap Baharı isyancılarına var gücüyle destek oluyor. Politik, finansal, askeri hiçbir kaynağını esirgemiyor. Hatta bölgeyi şekillendiren ABD’nin halk üzerinde politik bir sempatisi olmadığı için Türkiye kendi sempatisini bölge halkı üzerinde kullanıyor! Her biriniz hatırlayacaksınız, Tunus, Libya ve Mısır’da isyanlar devam ederken Türkiye politik ve finansal imkanlarını sonuna kadar kullanmış, medya gücüyle de bu liderleri en güçlü şekilde vurmuştu. Hatta Van depremi gerçekleştiğinde Van halkı “imkansızlıklar” nedeniyle bez çadırlarda kalmak zorunda bırakılırken, o hafta Libyalı isyancılara destek ziyaretine giden bakanın uçağına yüklenen onlarca bavuldan taşan paralar hükümetin önem sırasını açıkça gösteriyordu! Daha sonra milyon liralarla ifade edilen bu rakamın Libyalı “isyancılara” hibe edildiği açıklanmıştı!
            Türkiye bunu bugün de Suriyeli isyancılar için yapıyor! Suriyeli isyancıların açıklamalarına göre Türkiye bu isyancılara para, silah ve lojistik desteği ve “daha fazlasını” sağlıyor! Tüm bu desteklerin yanında sınırsız baskı ve tesir altındaki basın Esad’ın ne kadar cani olduğunu yayınlıyor. Esad’ı canavar ve katil bir diktatör olarak gösteriyor. Peki Suriye’de gerçekte neler oluyor? Bugün özgürlük savaşçısı diye destek gören, herkes tarafından alkışlanan kişiler, sivilleri katleden, muhabirleri kaçırıp işkence eden, Alevi kadınlarına tecavüz edip Alevi kökenli Suriyelileri canlı canlı yakan, okullara füze atıp ufacık çocukların canına kıyan, ele geçirdikleri Esad yanlısı sivilleri hunharca katleden “adı özgürlük savaşçısı” konmuş caniler… Basın Esad’ın yaptığı iddia edilen, hiçbir görüntü ve belgeye dayanmayan haberleri bizlere duyururken; isyancıların her türlü belge ve görüntüleri mevcut katliamlarını bizlere aktarmıyor ya da gizlenemeyecek kadar büyük katliamları “kaza” olarak bizlere izletiyorlar!
            Bugün Suriye’de yaşananlar gördüklerimizden çok farklı. Suriyeli isyancıların güçleri çok azaldı, Esad ise iktidarını sağlama aldı. ABD’nin tüm planları suya düştü ve bizi önümüzdeki süreçte zorlu günler bekliyor. Suriye Büyük Ortadoğu Proje’sinin son durağı değil. Bu yüzden ABD tüm tersliklere rağmen buradan bir çıkış yolu arıyor. Önümüzdeki süreçte muhtemel iki olasılık gerçekleşecek. ABD, Suriye konusunda Rusya ile anlaşmaya varabilir, bazı tavizler vermek zorunda kalarak Suriye’den az da olsa istediklerini alabilir böylece isyancılarını dağıtarak karışıklılara son verebilir. Bu gerçekleşirse Türkiye izlediği Ortadoğu politikasında yapayalnız kalır, geriye kalacak sorunlar kendini kurtarmaya bakacak olan ABD’nin bize mirası olur! Bir diğer olasılık ise, kutuplar arasındaki bir kıvılcıma bakan savaştır. ABD için hele ki Suriye konusunda sıfır taviz ve başarı için en olası çıkış yolu savaştır. Türkiye’ye ha bire konuşlandırılan füze savunma sistemleri ve patriotlar bundandır. Böyle bir savaşta Türkiye hem coğrafi hem politik hem de askeri açıdan tarafların en ortasında kalacaktır. Bugün izlenilen Ortadoğu siyaseti tamamen yanlış ve bizi dönülmez zararlara sokabilecek cinstendir!

                                                                                                                     Gündem Gazetesi 20.12.2012

13 Aralık 2012 Perşembe

KAMUDA TÜRBAN SERBEST OLMAMALIDIR!




           Türkiye yıllardan beri siyasal islamla mücadele ediyor, siyasal islamın neden olduğu sancıları yaşıyor. Özellikle din sömürüsünün had safhada olduğu, politikacıların görev ve ödevlerinin değil de ağza aldıkları bir arapça sözün oya dönüştüğü, laikliğin dinsizlik olarak addedildiği bu dönemde siyasal İslam sancılarının bilinç kaybına neden olduğu günleri yaşıyoruz…
            Anayasa ve yasaların erozyona uğraması, basının kontrol altına alınması, eğitim sisteminden Atatürk’ün silinerek sisteme siyasal islamın sokulması, türbanın liselere kadar indirilmesi, kısaca “Atatürk Cumhuriyetine indirilen darbelerin verdiği dayanılmaz haz ve hafifliğin cesareti” iktidarı yeni teşebbüslere itiyor…
            Son günlerde kamuda görev yapan kadın personelin türbanla çalışabilmesi konusu hükümet kanadı tarafından sık sık dile getirilir oldu. Özellikle türban yasağının üniversiteler için kaldırıldığı günlerde yasağın kalkmasına muhalif tüm siyasi otoriteler bu tasarının üniversitelerle sınırlı kalmayacağını, kamuda çalışanlara ve ortaöğretim hatta ilköğretim öğrencilerine kadar inebileceğini öngörülmüştü. Tüm bunlar öne sürülürken tasarının mimarı AKP bunun sadece üniversiteleri ideolojiden arındırmak için yapıldığını, başka hiçbir şeyi kapsamına almayacağını savunup, tasarıyı geçirmişti. Nitekim izlenilen bu manipülatif* politikanın foyası bugünlerde ortaya çıkıyor, o gün buna karşı çıkan siyasi otoritelerin öngörüleri gerçekleşiyor! Çok önceden de tahmin edildiği gibi ve her dönüşümde olduğu üzere alıştıra alıştıra değişim politikası bunda da uygulanıyor, yıllar önce türbanı üniversiteye sokmak için yapılan manipülasyonların aynısı bugün de tekrarlanıyor!
            Siyasiler türbanlı hanımların eğitim, çalışma, seçilme gibi haklarının ellerinden alındığını, onlara bu alanlarda sırf dini inançlarını yerine getirdikleri için ayrım yapıldığını ileri sürerek toplumu ayrıştırma üzerindeki en başarılı siyasetlerini izliyorlar! Oysa çok ufak bir akıl yürütme, büyük manipülasyonun görülmesine yeterlidir! Öncelikle bir hakkın elden alınması demek, bireyin her koşulda o hakkı elde edememesi demektir! Yani türbanlı hanımlar eğitim, çalışma ve seçilme gibi haklarını başlarını açmalarına rağmen alamıyor olsalardı türban üzerinden siyaset yapan politikacılar haklı olabilirlerdi. Ancak bugün türbanlı hanımlar başörtülerini çıkardıklarında eğitimlerini alabiliyor, çalışabiliyor, seçim ile işbaşına gelebiliyorlar! Demek ki hakları saptırıldığının aksine ellerinden alınmamış… Bunun yanı sıra dini bir ibadet olduğu iddia edilen ancak hem din bilimcilerin ihtilaf yaşadığı hem de her siyasi partiye göre bağlama şekli değişen ve isim alan; bir nevi rozet mahiyetinde kullanılan türbanın dini bir tabanı temsil etmediği, siyasal islamın simgesi olduğu da gayet açıktır!
            Bugün her bir birey toplumsal hayatta kendi haklarını yaşarken başkalarının haklarını gözetmek zorundadır. Bu yüzdendir ki yasa ve yönetmelikler ile bireyler daha iyi bir toplumsal düzende yaşayabilmek için kendilerini ortak yaşam alanlarında kısıtlamak zorundadırlar! Yaşam şekillerinin çok masum gibi görünen detayları -giyim tarzı, hayat tarzı ve inanışlar- toplumun tabanında büyük kutuplaşmalara yol açar. Bu yüzden her inanışa mensup, farklı yaşam tarzlarını benimsemiş insanların hepsi kendilerini toplumsal hayatta kısıtlamak zorundadırlar. Buna nüdistlerden tutun da Budistlere kadar her hayat tarzından ve dinden insan uymaktadır. Ancak ezildiğini, haksızlığa uğradığını iddia eden kesim sadece siyasal islam çizgisinde olan kesimdir. Sizce de bu durum yeterince saptırılmış değil midir?
            Değerli okurlar, ticaretten siyasete terfi eden dinin her alanda en çok kar getiren araç olduğu açıktır, bazı partilere yüklenen misyonların ve 2. Cumhuriyeti kurma sevdalıların amaçları da… Bugün toplum mühendisliği yöntemi ile ufak detaylarla oynayarak algılarımız büyük açılarla başka yöne kaydırılıyor, olayların çarpıtılarak lanse edilmesini sağlıyorlar. Üniversitelerde başlayan türban serbestliği yapılmayacağı dile getirile getirile ortaöğretime girdi, kamunun ve ilköğretimin kapısında! Yarın, yine yapılmayacağı iddia edilse de başka tavizlerin de olacağı, zorlamalara varacak uygulamaların yaşanacağı geçmiş tecrübelerle sabit aşikardır. İleri demokrasi adına yapıldığı iddia edilen bu manevralar demokrasi adına devrimler yapıp teokratik devletler haline gelen İran, Libya ve Mısır’dan farksızdır!..

*Manipülatif: Seçme, ekleme, çıkarma yoluyla bilgilerin doğruluyla oynanması eylemi.


                                                                                                                   Gündem Gazetesi 13.12.2012
            

7 Aralık 2012 Cuma

İLERİ DEMOKRASİNİN AK PERDESİ



               Basının bir ülkede üstlendiği rol çok hayatidir. Basın kitlelere ulaşmanın en kolay ve etkili yoludur. Genellikle Türkiye’de vatandaşlar olup bitenleri, hukukun işleyişini, demokrasinin ilerleyişini basından öğrenir. Ancak basına perde indirildiği zaman insanlar perdenin önünde “gösterilene” odaklanır, gerçekleri göremezler. Basın tutuklu olursa zihinler tutuklu olur, basın yoluyla takip edilen gündem, hukuk sistemi, demokrasi yok ediliverir.
                Türkiye’de bu oyun açık seçik oynanıyor. Medyada bitaraf ( sadece ak perdenin önünde oynatılan oyuna riayet etmeyenler) olmayanlar bertaraf ediliyor. Gazeteciler cezaevlerinde suçlarını bilmeden tutuluyor delil olmaksızın yargılanıyorlar. Yıllarca mahkeme önüne çıkarılmıyorlar. Düşüncelerinden, muhalif yazılarından yargılanıyor; iktidara yalaka olmadıkları için, iktidarın dikte ettiklerini yazmadıkları için her şeyden önce “TARAF” olmadıkları için yargılanıyorlar.
                 Bu ortam tabi ki “dışarıdaki” muhalif gazetecilere bir gözdağı. “Sıra size de gelebilir” tehdidinin açık seçik örneği. Onlar her ne kadar serbest gibi gözükseler de kalemleri tutuklu, düşünceleri suçlu! Binlerce gazeteci hakkında davalar açıldı, binlercesinin evlerine polis baskınları yapıldı, olmadı maliye araştırdı… Hükümetten ardı ardına gelen tehditlerden cesaretleri, yani kalemleri kırıldı!
                İleri demokrasi geliyor, darbe dönemleri sona eriyor çığlıkları atılsa da basına uygulanan baskının darbe dönemlerinden farklı olmadığı çok açık. Hatta basına uygulanan baskı ve sansür darbe dönemlerine rahmet okutan cinsten! Gazetecilerin düşüncelerinden yargılanması, kılıflar uydurularak tutuklanması, anti demokratik biçimde geçen yargılanma süreçleri ve her türlü kanun hükümlerinin, uluslar arası sözleşmelerin hiçe sayılması hangi ileri demokraside vardır?
                İfade özgürlüğünün Atatürk’e küfür etmekle, Atatürk devrimlerini karalamakla, tarihe çamur atmakla sınırlı olduğu bir ülkede insanlardan özgür iradeyle karar vermeleri beklenebilir mi? Yaratılan manipülasyon dalgalarından halk boğulmadan çıkmayı başarabilir mi? Gazetecilerden radikal İslamcı olan kanat yüceltilip, laik düşüncede olanlar bertaraf edilirken; insanların bilinçleri şekillendirilip, hafızalarıyla dalga geçilirken; yapacakları seçimin sağlıklı olması beklenebilir mi?
                İnsanların tepkilerini ifade dahi edemediği; distopyalardan tanıdık gelen, tepki veremeden insanları yeni bir infiale uğratma taktiği ile tepkisizleştirme ve etkisizleştirme yöntemi sayesinde, yaratılan korku imparatorluğu ile hiçbir iktidar ayakta kalamaz. Baskının ve yalan dünyanın içinde bu dünyayı yaratanlar da yalan olup giderler…
                Düşüncelerin özgür olmadığı bir ülkede basından, basının özgür olmadığı bir ülkede de demokrasiden söz edilemez. Demokrasinin devamlılığı için özgür, serbest ve korkusuz basın şarttır!


                                                                                                                   Gündem Gazetesi 07.12.2012

29 Kasım 2012 Perşembe

VELİLER! ÇOCUKLARINIZI ATATÜRK’ÜN İZİNDE EĞİTMEK ARTIK SİZİN GÖREVİNİZ.



             Geçtiğimiz on yıl içinde Türkiye’nin günden güne demokrasiden, laiklikten uzaklaştığı; daha İslamcı ve daha radikal bir ülke haline geldiği gayet aşikar! Her geçen gün değişen yasalar, toplum mühendisliği ile değiştirilen insan algıları, alıştıra alıştıra değiştirilen uygulamalar, yönetmelikler… Her birinin İran’daki, Libya’daki, Mısır’daki gibi demokrasi adına yapıldığı iddia edilse de hiç biri bir öncekinden daha demokratik olmamakla birlikte daha antidemokratik! Sivil devleti arkasından, resmi ideolojiyi tersinden anlayan aydınların da çanak tuttuğu bu dönüşüm sona erdiğinde, hele ki iktidar eyalet ve başkanlık sistemleriyle rejime son golü attığında Atatürk Cumhuriyeti sona ermiş, 2. Cumhuriyet dönemi başlamış olacak.
            Bu dönüşümde en önemli aktörlerden biri de eğitim sistemi elbette! İktidar uzun süreden beri “resmi ideolojiden” arındıracağını söylediği eğitim sisteminden Atatürk ilkelerini, devletin dayandığı temel ilkeleri, Cumhuriyet devrimlerini çıkardı! İdeolojiden daha uzak olduğunu iddia ettikleri eğitim sistemine kendi siyasi ideolojileri olan siyasal islamı dibine kadar sokmayı da unutmadı!
            İktidar eğitim sistemini, Atatürk’ten ve devrimlerden arındırdı! Ancak dünyanın hiçbir ülkesinde kurucu temeller, devletin dayandığı temel ilkeler ve devlet geleneği “resmi ideoloji” diye kenara fırlatıp atılamaz. Fransa’da Fransız ihtilali ile ortaya çıkmış akımlar, Finlandiya’da insan haklarına ve demokrasiye dayalı devlet geleneği “resmi ideoloji” denilerek eğitim sisteminden atılmıyorsa Atatürk ilkeleri de atılamaz!
            Son olarak tarihten intikam alma duygusuyla hazırlanan kılık kıyafet yönetmeliği Atatürk’e atılmak istenen yeni bir goldür! İktidarın 12 Eylül referandumunda yaptığı“hap gibi yutturma” taktiğiyle hazırladığı bu yönetmelik çocuklar üniformadan arındırılıyor şeklinde lanse edilse de liselere türban serbestisi getiriyor! Türban ilk kez üniversitelere sokulmak istendiğinde bunun üniversite ile sınırlı kalmayacağını, önce ortaöğretim ardından da ilköğretime kadar gideceğini aşağı yukarı tüm muhalif yazarlar öngörmüştür. İşte bunu ilk adımı ortaöğretim ile başlıyor!
            Türban serbestisi şimdilik imam hatiplerde ve liselerdeki seçmeli kuran derslerinde uygulanacak! Manipüle edildiği gibi İslam inancında yeri olmayan ve bugünlerde sadece ama sadece siyasi rozet olarak kullanılan türbanın okullara girmesi felakettir. Türban yasağının temel mantığı devlet kurumlarından ideolojiyi arındırmak, yaşanacak ayrımcılıkları önlemektir. Bugün türban okullarda serbest bırakıldığı zaman kutuplaşmaların artması, adam kayırmacılığın ve ayrımcılığın hele ki iki kutbun iyice ayrıştığı bir dönemde en üst seviyeye ulaşması kesindir. Bunun yanında öğrenciler arasında yaşanacak ayrışma ve baskının haddi hesabı olmayacaktır. Seçmeli ( öğrenciye zorla seçtirilen “zorunlu seçmeli”) kuran derslerinde kafasını öğretmeyen kızların üzerinde gerek arkadaş gerek öğretmen baskısı en üst seviyeye ulaşacaktır. İnsanların ne kadar imanlı olduklarının ödüllendirme nedeni ve kafa örtmenin “daha inançlılık” olarak algılandığı bir dönemde henüz ergenlik çağlarındaki kişiler arasında inançlı-inançsız gibi ayrışmaların ve baskıların olacağı da kesindir!
            Tüm bunların yanında kız öğrencilere getirilen kıyafet kısıtlamaları kan donduran cinsten. Öyle ki kıyafet yönetmeliği İran’da kadınlara uygulanan yasanın iki alt basamağı… Vücut hatları belli olmayacak, kısa kollu, kolsuz hiçbir şey giyilmeyecek, etekler uzun olacak… Herhalde Arap entarisi ya da çarşaf dört dörtlük kız öğrenci giysisi olacak!
            Bu yönetmeliğin hazırlanma neden açıktır. Tüm kıyafet serbestisinin seneye uygulanmaya başlaması ancak sadece türban hükümlerinin hemen bu yıldan başlatılması da bu yönetmeliğin hazırlanma önceliğini göstermektedir. Belki de seneye atılan serbesti türbanın bu yıl serbest olmasıyla kürtaj yasası gibi uyutulup gidecektir!.. Emin olun ki bu türban serbestisi ne imam hatiplerle ne de seçmeli kuran dersleriyle sınırlı kalacak, ileride tüm liselerde serbest bıraklıcakatır!

                                                                                                                     Gündem Gazetesi 29.11.2012 

22 Kasım 2012 Perşembe

GAZZE VE HAMAS SÜTTEN ÇIKMIŞ AK KAŞIK DEĞİLDİR!



              Ortadoğu’nun karışmasıyla Başbakan Erdoğan sahneye “yine”çıktı! Kendi ülkesinde olmayan demokrasiyi aldığı gazla Arap Baharı’na “sokulan” ülkelere götürmeyi hedeflerken bu kez de İsrail ile Hamas militanları arasındaki savaşta kendi ülkesinde olmayan barış ve huzuru Gazze’ye götürmek için kolları sıvadı! İktidara geldiği günden bu yana Yahudi ve İsrail düşmanlığını bir politika haline getiren ve ülke çapında nefret ve öfkeye neden olup oyları cebe atan AK hareket bu kez yine sahnelerde… Her zaman mağdur edebiyatını çok iyi beceren ve gözyaşı şovlarıyla günü kurtaran hükümet mensupları yine mağdur rollerinde! Daha önce de ölen Gazzeliler için çoğu kez kameralar önünde ağlayıp İsrail’e posta koyan iktidar bu kez de “Gazzeliler yalnız”, “Gazzeliler mağdur”, “İsrail katil” edebiyatıyla halk arasındaki Yahudi düşmanlığını körüklüyor; oylarına oy katıyor ve Ortadoğu’daki kahraman imajını ( Her zaman amerikan çıkarlarına kullanılan şu meşhur imaj) pekiştiriyor!
            İsrail’in Gazze’deki Hamas militanlarına yönelik başlattığı operasyon basında öyle bir lanse edildi ki, sanki İsrail’in işi gücü kalmamış, canı sıkılmış da Gazze’yi bombalamaya karar vermiş gibi… İsrail düşmanlığının bir devlet politikası haline geldiği bu dönemde, hele ki basın baskı altındayken olayların olduğundan çok farklı lanse edilmesi artık alışılagelmiş ve şaşılmayacak bir durum.
            Değerli okurlar bugün İsrail’de yaşananlar bize lanse edildiği gibi değil. Hiçbir devlet durup dururken bir hedefe askeri operasyon yapmaz. Hiçbir devlet ne askerlerini ölüme göndermeye bu kadar heveslidir, ne silah harcamalarını tavana vurduracak kadar şizofrendir… Haber kanallarında bir füzenin 3 İsrailliyi öldürmesiyle bu operasyonun başladığı haberleri geçip durmakta. Ancak yabancı basını takip edenleriniz de bilirler, İsrail bir aydan uzun süredir ya gün aşırı ya da birkaç günlük aralıklarla Hamas’a bağlı İzzettin Kassam Tugaylarının ateşi altında. Ellerinde bulunan Farj-5 ve Kassam-4 füzeleri ile İsrail kentlerini bombalıyorlar. Öyle ki füzeler ülkenin en büyük iki kentinden biri olan Kudüs’e ve diğer büyük kent ve başkent Tel Aviv’e kadar ulaşıyor. Bir ayı aşkın süredir ölen İsrailli sivillerin sayısı da onlarla ifade edilirken sadece son hafta Kassam füzelerinden dolayı yaralanan İsraillilerin sayısı 127’nin üzerinde! Yani bizlere lanse edildiği gibi bir tarafta ellerine sapan, ayağında lastik ayakkabı olan Gazzeliler, diğer tarafta da donanımlı silahlarıyla bebek öldüren İsrail ordusu yok.  
            Gazze’yi kontrolünde bulunduran Hamas, Gazze’deki sivil halkı kendine kalkan olarak kullanıyor. İsrail’i vurma planlarının yapıldığı, füzelerin kontrol edildiği, stratejilerin geliştirildiği merkezler genellikle kent merkezlerinde! İzzettin Kassam Tugaylarının karargahları, Hamas’ın iletişim merkezleri genellikle hastanelerin yanında, apartmanların arasında… Hamas’ın İsrail’e karşı yapılan saldırılarını yönettiği iletişim merkezi Gazze Avrupa Hastanesinin hemen bitişiğine inşa edilmiş, terörist karargahları apartmanların arasında konuşlandırılmış. İsrail Hava Kuvvetleri uçaklarla halka Arapça “kent merkezlerinden ayrılın” bildirileri atmasına rağmen Hamas’ın propaganları ile halk kentleri terk etmiyor. Terörist odaklar vurulurken ölen Gazzeliler Hamas ve Arap hayranları için en etkili acıtasyon malzemesi oluyor! Hamas için Gazze halkının hiçbir değeri yok. Eğer olsaydı silah ve cephaneliği gani olan bu halk açlıktan ve sefaletten kırılmazdı, Gazze halkı sırf terörist gruplara kalkan olsun diye kullanılmazdı!
            Düşünün ki Ankara ve İstanbul sürekli füze tehdidinde, sokakta hava saldırı sirenlerine yakalanıyorsunuz, yakalanmasınız bile sokaktaki yakınlarınızı merak ediyorsunuz. Düşünün ki evinizin iki sokak ötesine füze düşüyor, odasında uyurken şarapnel parçalarına sizin oğlunuz hedef oluyor! Hiçbir ülke bu saldırılar altında sessiz kalamaz, karşılık verir. Bugün basına zorla farklı lanse ettirilen bu tablo ileride başka bir devlet tarafından Türkiye’nin doğudaki terörle mücadelesi için de kullanılabilir! İzlenen manipülatif politikalarla oluşturulmak istenen bir dinler ayrımı; nifak sokulmak istenen, ilişkileri Osmanlı’dan beri yüzyıllardır iyi olan iki halkın yakınlığıdır. Önyargılarla yaklaşmamak ve gereksiz kin ve nefrete kapılmadan herkesin sorgulayıcı davranması gerekmektedir. Yoksa bir partinin politikaları uğruna uzun yıllar Türk-İsrail ilişkileri normale dönmeyecek, Türkiye’de yaşayan Yahudi vatandaşlarımız her zaman zan altında kalacaktır!


                                                                                                                     Gündem Gazetesi 22.11.2012

14 Kasım 2012 Çarşamba

DÖRT GÖRÜNÜMLÜ, TEK ADAYLI SEÇİM -II




           Değerli okurlar, geçen haftaki “DÖRT GÖRÜNÜMLÜ, TEK ADAYLI SEÇİM” başlıklı yazımda ABD’nin başkanlık seçimi süresinde Ortadoğu’daki oyunlarına seçim sürecini etkilememesi için ara verdiğini, bölgedeki müttefik adını verdiği kuklaların da BOP’a verilen seçim arasına uyarak suskun kaldıklarını yazmış, seçimin hemen ertesi günü Suriye’nin yine uluslar arası kamuoyunda ve ülkemizde en büyük sorunlardan biri haline geleceğini öngörmüş, başkanlık seçimi kampanyalarının keskinleştiği dönemde biten Türkiye-Suriye çatışmalarının da seçimin ertesinde yine patlak vereceğini yazmıştım.
            Seçimin ertesinde ne oldu peki? Yine Akçakale ilçesine “Suriye ordusundan geldiği iddia edilen” gizemli top mermileri düştü, vampir lider Esad yine popüler oldu! ABD’nin silahı manipülatif medya birden bizleri devrim baharına sokuverdi! Suriye’nin S’sinin geçmediği haber bültenleri birden Türkiye-Suriye sınırdaki askeri hareketliliğe odaklanıverdi! Kısaca, “demokrasi şöleninden” çıkan ABD seçimleri atlatır atlatmaz bölgedeki oyunlarına start verdi!
            Peki basının gözünü kulağını tıkayıp, unutturduğu Suriye’de bu süreçte neler yaşandı? Bölgedeki sıcak çatışmaların ve ABD müttefiki ve karşıtı devletlerin karşı karşıya gelme ihtimalinin yarattığı endişe ile seçim sürecine zarar vermemesi için unutturulan Suriye’deki çatışmalara “gerçekten” ara mı verildi?
            Bu süreçte çatışmalar aynen devam etti! Tüm dünyada özgürlük savaşçısı olarak kabul edilen Özgür Suriye Ordusu isimli bebek katili terörist grup “Suriye Ordusu” ile çatışmaya, kentleri bombalamaya, sivilleri katletmeye devam etti! Suriye Ordusu da bu teröristlere karşılık verdi! Her zamanki gibi sınır kentlerindeki terörist odakları vurdu ama ne hikmetse bu kez ne Akçakale’ye ne de sınırın Türkiye tarafından bir metre içeriye top mermisi düştü! Daha önce de birçok kez belirttiğim gibi Türk tarafında düşen top mermileri hatta “sivilleri öldüren top mermileri” her zaman süreci Amerika ve uluslar arası camia adı verilen paravan kuruluşların lehine çevirdi. Sizce de kendi ülkesindeki bütünlüğü ve asayişi sağlayamamış bir yönetim için politik sorunlar yaşadığı bir ülkeye top mermisi ve füze yollamak yapılabilecek, hatta sürekli tekrar edilecek bir hata mıdır? Bu füzelerin zamanlamaları her seferinde tesadüfen mi ABD açısından çok uygun olmuştur? Sizce de Akçakale’ye ardı sıra düşen bu füzelerin bizzat ABD tarafından muhaliflere verilen füzeler olduğu, Türkiye’nin Suriye’ye girmesi ve koalisyon ordularının bölgeye gelmesi için gereken bahanenin yaratılması için atıldığı açık değil midir?
            ABD seçimlerinin ardından Suriye oyununda yeni bir döneme girildi. II. Obama yönetimi Esad’ı devirmek için bu kez çok azimli. Bölgedeki tüm güçleri, “müttefik devletleri” parasal kaynakları kullanmakta kararlı, zira yeniden fonladığı Suriye Muhaliflerine yeni liderini ayarladı! Sıcak çatışmalara Türk sınırında yapıldığı gibi çakma manevralarla İsrail ordusu da dahil edildi, 2013’ün ilk yarısında kadar Esad’ın gitmesi ve kuklalar iktidarının kurulması için hesaplar bitti. Türkiye’nin de sınırsız destek verdiği muhaliflerin iktidarı Suriye’de hiçbir şey değiştirmeyecektir! Bugün halkın(!) demokrasi devrimi yaptığı Libya’da şeriat ilan edilmiş, Mısır’daki yeni anayasanın dini kuralları temel alması en büyük ihtimalken aynı etkiyle yapılan bu devrimin de Suriye’ye demokrasi, refah ve barış getirmeyeceği açıktır!..


                                                                                                                     Gündem Gazetesi 15.11.2012

8 Kasım 2012 Perşembe

DÖRT GÖRÜNÜMLÜ, TEK ADAYLI SEÇİM




            Değerli okurlar, ABD 6 Kasım’da sandık başına gitti, başkanını seçti. Özellikle seçim yarışı son bir ayda çok keskinleşti. ABD dış politikada alıştığımızın aksine sessizdi. ABD yaltakçısı basın suskun; Suriye’ymiş “Esad”mış, demokrasiymiş çıt çıkarmadı. Demokrasi havarisi Hillary ve onun sahibi Obama, basının balık hafızalı yetiştirdiği dünya halklarına şirin gözükmek için geçtiğimiz ayı sessiz sedasız; demokrasi şölenleriyle, kamera önünde yaptıkları sempatik mimikler ve esprilerle geçirdi.
            Sizlerin de dikkatini çekmiştir, bundan 20 gün önce topraklarını bombaladığımız, savaşın eşiğine geldiğimiz Suriye konusunda Türk basınında da ne haberler yer alıyor ne de yerli demokrasi havarileri Erdoğan ve Davutoğlu esip gürlüyor! Arap Baharı’na seçim molası veriliyor!
            Ben bu yazıyı kaleme alırken ABD’deki oy sayımı tamamlanmamış olmakla birlikte Obama önde… Peki sizce de bu seçimi kimin kazanacağı o kadar önemli mi? Obama’nın en güçlü rakibi Cumhuriyetçi aday Willard Mitt Romney kazanırsa ABD’nin iç politikası, dış politikası, haydutluktaki başarısı değişecek mi? Mesela ABD artık Esad’ı halkını vuran diktatör olarak değil teröristlerle savaşan bir devlet başkanı, Ortadoğu’yu petrol damarı olarak değil ezilmiş halkların vatanı, basını silah olarak değil bilgilendirme aracı olarak mı görecek? Tabi ki hayır!
            Bugüne kadar ABD’de iktidarlar değişse de devlet politikaları hiç değişmedi. İç siyasette de dış siyasette de aynı çıkarlar gözetildi, aynı politikalar izlendi, aynı oyunlar oynandı, aynı tiyatrolar sahnelendi. Sadece bunlar yapılırken izlenilen politikalar, iktidardaki ideolojinin seçmenini tatmin edebilmek için modifiye edildi.
            Seçimin ertesinde bambaşka bir Amerika ve bambaşka bir dünya olmayacak. Seçim için ara verilen problemler yeniden gündeme gelecek, yaptırılmak istenenler yeniden dikte edilecek. Restleşmeler aynen devam edecek, çatışmalar son bulmayacak!
            Bir aydır sessiz kalınan Suriye ile ilgili yeni tasarılar ortaya atılacak, demokrasi havarileri o koltukta Esad’ı barındırmayacak! Bir aydır unuttuğunuz Suriye’den, basın yine Esad’ın caniliği konulu haberlerin bombardımanına tutacak bizleri… Eşbaşkanımız da yine kameralar karşısında oyununu oynayacak!..
            Bu düzen hatırı sayılır süredir böyle devam ediyor! Alternatiflerin içinde sonuçsuzlukları yaşıyor, demokrasiler içinde kurulmuş “diktatörlüklerde” izin verildiği kadar özgürlüklerimizi kullanıyoruz. Bilincimizle, fikirlerimizle oynanmasına izin veriyoruz. Gündemler tüketmelik, izlediğimiz haberler sahte, okuduklarımız sahte, gösterilen görüntüler sahte!.. Okyanus ötesine, birçoğumuzun adını bile telaffuz edemediği insanların iktidara yürüyüşlerinden, onların seçimleri için yarattıkları ya da dondurdukları gündemlerden etkilenip, politikalarının hayatımıza yön vermesine seyirci kalıyoruz! Bu dünya düzenine son verilebilir ancak birlik olunduğu, bilinçli olunduğu, halkların kendi kukla iktidarlarını devirdiği takdirde…

                                                                
                                                                                                                     Gündem Gazetesi 08.11.2012

18 Ekim 2012 Perşembe

DEVLETİN Mİ DİNİ OLUR BİREYİN Mİ?




            Türkiye’de birçok kavram, bilgilerin ekleme ve çıkarılması yoluyla, yani manipüle edilmesiyle, insan algılarında farklı anlamlara karşılık getiriliyor. Çok ama çok uzun zamandır tartışılan, insanların kafaları karıştırılıp kavram kargaşası yaşattırılan konulardan “biri de” “devletin dini var mıdır?” sorusu…
Yıllardan beri din bazlı siyaset yapan, islamı siyasallaştıran zihniyetin en önemli silahı “Türkiye’nin dini İslamdır” mottosu. Bu Türkiye’nin demografik yapısının manipüle edilerek, toplumdaki iki hassas olgu olan Laiklik ve din çatışmasını körüklemeye yarayan en etkili söylemdir. Hem anayasada yer alan Türk hukukunun temel esaslarını oluşturan kavramları erozyona uğratma hem de laiklik ve islam kavramlarını farklı iki kutupta olgularmış gibi göstererek halkı “ya Cumhuriyet ya İslam” seçimine itme operasyonudur. Ne yazık ki bu manipülasyon işe yaramaktadır!
Genellikle politika bilgisi az ya da apolitik insanları etkilemeyi hedefleyen ( ki Türk halkının büyük bir bölümünün politika hakkında çok az bilgiye sahip olduğunu veya apolitik olduğunu düşünürsek toplumun büyük bir kısmını etkileyen) bu manipülasyon hareketi her gün körüklenmekte, insanların kafaları her gün daha da karman çorman hale getirilmektedir. Çünkü Başbakanın ve bakanlarının yaptığı konuşmalarda aşağı yukarı her gün Türkiye’nin Müslüman bir ülke olduğu vurgusu açıkça yapılmaktadır.
Öncelikle, Türkiye Müslüman bir ülke değildir. Yıllardır yapılan manipülasyon siyaseti başarıya ulaşmış olup, halkımız Türkiye’nin dininin İslam olduğunu düşünse de bu yanılgı düzeltilmelidir. Türkiye, anayasada da belirtildiği üzere laik bir hukuk devletidir. Yani devlet olarak her dine saygılı ve eşit mesafede, tüm dinlere mensup vatandaşların ibadet ve toplanma haklarını gözetmek mecburiyetinde ve onların haklarını korumakla mükellef bir yapıdadır. Bu devlet yapısını bilmeyen bazı vatandaşlarımız “laiklik dinsizliktir” manipülasyonunda oltaya gelseler de bu nitelikleriyle laiklik “dinsizi değil dindarı ve ibadet haklarını koruyan” bir ilkedir!
Kimileri için ideal, kimileri için idol olan “Müslüman ülkelerle” kıyasladığımızda iki devlet yapısı arada korkunç ve dağlar kadar fark vardır. Öncelikle bir ülkenin dininin olması tamamen illüzyondur. Bir ülkede tüm vatandaşların aynı dine mensup olup, o dine bakış açısıyla ibadet etmesi imkansızdır. En sevdikleri renk, tuttukları takım, çayı kaç şekerle içtikleri değişkenlik gösteren insanlar arasında hayatlarının belli bir bölümünü etkileyen inanç şekillerinin ve din algılarının aynı olması olanaksızdır. Ancak dine dayalı devletler, söz gelimi Suudi Arabistan, tüm vatandaşlarını Müslüman kabul etmekte, diğer dinlere mensup kişilerin bu tercihlerini tanımamakla birlikte ibadet, toplanma, eğitim gibi haklarını da devlet eliyle tahrip etmektedir! Kendi vatandaşını tanımayarak, çoğunluğa karşı haklarını gözetmeyerek iradelerini hiçe sayan bir yapı devlet değildir. Modern devlet tanımına uymamakla birlikte illüzyondan öte bir şey değildir!
Kendilerini “Müslüman ülke” olarak adlandıran ülkelerin islamla ilgisi de yoktur. İslam inancında esas “din Allah ile kul arasındadır” iken bu devletlerde Allah ile birey arasına devlet otoritesi vardır, sevap ve günahlara cezayı Allah değil devlet vermektedir. İslam inancında “dinde zorlama yoktur” denilirken “Müslüman ülkelerde” insanlar zorla islama inandırılmakta, zorla ibadet ettirilmektedirler! Kısaca siyasal islamın kalesi bu ülkeler islamı iktidarlarını sağlamlaştıracak bir basamak, halkı baskı altına alacak bir araç olarak görmektedirler!
Türkiye’deki laik devlet düzeninin altını ılımlı İslam modeli ile oyarak siyaset yapanların asıl hedefi de halkı din ile kontrol altında tutup hakimiyetlerini sağlamlaştırmaktır. İçi boş kavramlarla; kılıfı değiştirilmiş, gerçeğiyle alakası olmayan bir İslam anlayışıyla toplumun dönüştürülmesi, laikliğin dinsizlik addedilmesi de bundandır. Türk halkının artık devletin değil bireyin dini olabileceğini, laikliğin dinsizlik değil dindarı koruyan bir model olduğunu idrak etmesi gerekmektedir. 

                                                                                                         Gündem Gazetesi 18.10.2012

10 Ekim 2012 Çarşamba

BU MÜDAHALE BİZİ BÖLER!




             Arap Baharı Suriye’ye sıçradığından beri askeri müdahale aşkıyla yanıp tutuşan Türkiye muradına eriyor. Bahar başladığından beri hükümetin bölgede izlediği ve tamamen Türkiye çıkarlarına ters düşen dış politikanın ülkemize en çok zarar verecek adımı atılıyor. ABD masalarında tezgahlanan kardeşi kardeşe kırdırma oyununun en acımasız perdesi başlıyor!
            Baharın başından beri uluslar arası camia ile ABD tarafından bölgedeki tarihi sempatisi ve yüksek popülaritesi nedeniyle öne sürülen; ABD tarafından fonanlanan sahte halk devrimlerinde liderlerin devrilmesinde en aktif rollerden birini üstlenen, başbakanın deyimiyle “Büyük Ortadoğu Projesinde eşbaşkanlık” yürüten AKP hükümeti “askeri kriz” planını devreye sokuyor.
            Hatırlayacağınız üzere AKP hükümeti, Arap Baharı Suriye’de “başlatıldığı” günden bu yana askeri müdahale seçeneğini dillendiriyordu. Ortada Türkiye’ye karşı yapılmış bir hareket yokken, hele ki bir ülkenin iç karışıklığına komşu ülkenin askeri müdahalede bulunduğunun tarihte örneği görülmezken bu savaş iştahı neydi? Plan çok önceden hazırlanmış, oyun belliydi! Esad da Kaddafi gibi dirayetli çıkarsa ipi dış müdahaleyle çekilecekti!
            Bunun için neden oluştu, Akçakale’de 5 vatandaşımızın yaşamını yitirmesiyle ipler iyice koptu! Uzun süredir aranan savaş bahanesi sonunda bulundu. Vatandaşlarımızın yaşamlarını yitirmesi çok acı ve kabul edilemez. Ancak onları öldüren top mermisinin “Suriye Ordusu”ndan geldiğinin kesin bir kanıtı yok. Dayanak hiçbir resmi meşruiyeti olmayan, eli kanlı terörist gruplar! Hani şu Türkiye’de beslenen, Hatay sokaklarında insanlara sarkıntılık eden, esnaftan yaptıkları alışverişin karşılığını ödemeyen, burun karıştırıp kadınları taciz eden, ambulans önceliği tanınan, ABD tarafından hükümetlerini devirmek için para, silah ve sınırsız imkan aktarılan, birçok masum sivilin canını alan teröristler… Arap Baharı Tunus’ta başladığından beri “zihin şekillendirme” operasyonu yürüten basının kabul ettiği kaynak zaten buydu. Suriye isyanının başından beri de bu bulanık haberleri izliyor, bunlarla oyalanıyoruz! Vatandaşlarımızın ölümüne sebep olan top mermisi Akçakale’ye düşen ilk top mermisi değildi, hükümet neden bölgeyi tahliye etmedi? Türkiye’nin yaptığı topçu ateşinin ardından “Suriye Ordusu’nun” 40 kilometre güneye çekildiği duyurulmasına rağmen Akçakale’ye halen “Suriye Ordusu” tarafından atıldığı iddia edilen top mermileri düşmesi sizce de çelişkili değil mi?
            Daha önceki yazılarımda da sıkça bahsettiğim gibi ABD için Esad’ın gitmesinin en iyi yolu bir Türkiye müdahalesi! Bunun için hazırlanan planlar bitti, tezkere bile geçti. Önümüzdeki sürecin aynen şöyle gelişmesi muhtemeldir; bölgeye düşecek birkaç top mermisi ya da çok ölüme yok açacak bir patlama Suriye ile büyük çatışmalara yol açacaktır. Türkiye tamamiyle büyük bir savaşa girmeyecek ancak bölgeye “barış gücü” adı altındaki işgalci güçler sokulana kadar çatışacaktır. Öncelikli hedef çok uluslu bir koalisyon gücünün tampon bölge oluşturularak bölgeye yerleştirilmesidir. Bu Esad muhalifi teröristlerin ekmeğine yağ sürecek ve Esad’ın düşüşünü hızlandıracak sürecin başlangıcıdır! Irak’da çekiç güc tarafından kurulan tampon bölge kalktığında karşımızda nasıl iyi silahlanmış, eğitilmiş PKK’yı ve güçlenmiş bölgesel kürt teşkilatlarını bulduysak bu kez de aynısıyla karşılaşacağımız aşikardır. Zira şimdiden Kuzeydoğu Suriye’nin kontrolünü ele geçiren, Kuzey Irak Bölgesel yönetimiyle de senkron bir biçimde çalışan ve PKK tarafından korunan Suriye Kürtleri ileride yaşayacağımız süreci açıkça göstermektedir.
            Yapılacak her türlü müdahale açıkça Türkiye çıkarlarına ters düşecek, iç çatışmalara hatta bölünmelere gidebilecek bir yolu açacaktır. Türkiye’yi askeri müdahaleye iten batılı devletlerin, tertip ettikleri Arap Baharı’nda çok ince bir şekilde hesapladıkları “kitle hareketleri ve sonuçlarını” bu durum için de hesaplamama ihtimali var mıdır? Sizce de yıllardır hayalini kurdukları; bunun için çok önemli kaynaklar akıttıkları kürt devletinin kurulmasını başka bir bahara mı bırakacaklardır? İş işten geçmeden, diğer Arap devletlerinin pozisyonuna düşmeden hem politikacılarımız aldıkları vaatlerden kafalarını kaldırmalı, hem de halkımız olayların mukayesesini yapıp doğru tavrı takınmalı!


                                                                                                                     Gündem Gazetesi 11.10.2012

27 Eylül 2012 Perşembe

NE ALA ( BU) MEMLEKET!





Başbakan Erdoğan bölge liderliği oyunu çok sevdi, evlat edindiği Suriyelileri nasıl ağırlayacağını bilemedi. Van’da depremzedelere kurulmayan konteynırlar “ne olduğu belirsiz” mülteci kılığındaki insanlara kuruluverdi. Ambulanslar, vergisini ödeyen bölge halkını taşımazken “özgürlük ordusu” adı altındaki El Kaideli Suriyelileri taşır hale geldi. Tüm bu imtiyazların ardından sıra Suriyeli mültecilerin eğitimini üstlenmeye geldi! Eşbaşkan Erdoğan’ın Suriyeli “evlatları” için yeni incisi “beyana göre üniversite eğitimi”.
Bu ne genişliktir, ne rahatlıktır anlayamadım. Yıllardır Türk öğrencilerin hiçbir sorununu çözme girişiminde bulunmayan, yükseköğretime geçişlerde patlayan skandallarla mağduriyet yaşayan öğrencilerin mağduriyetini gideremeyen bu iktidar hangi bilinçle Suriyelilerin sorunlarına çözüm arıyor, onların mağduriyetlerini Türk öğrencilerinkine duymadıkları bir aşkla çözüme bağlıyor?
Bu karar ile Suriyeli mülteciler(!) istedikleri fakültenin, istedikleri bölümünün istedikleri sınıfından başlayabilecekler! Hiçbir belge ibraz etmeksizin yapacakları başvurularda belki üniversite kapısından girmemiş kişiler bile kendilerini üniversitelere kayıt ettirecekler! Hem de bu kadar kolaylığın üzerine 5 kuruş da para ödemeyecekler!
  Yıllardır, okul ve dershane arasında yaratılan eğitim ikiliği içinde kaybolan; yanlış metotlarla adeta sınırları zorlanan; vasıfsız müfredatlar ile beyinleri oyalanan, “disiplin” adı altında zapturapt altına alınan; sıkıştırılmış programlarla sosyal hayattan kopartılan; üniversitelerdeki sayı ve kontenjan yetersizlikleri ve yoğun tempo nedeniyle psikolojileri bozulan; en güzel yaşları “vasıfsız eğitime” zayi olan biz gençlerin suçu Suriyeli, mülteci ve terörist olmamak mı? Dershaneler, etüt merkezleri, eğitim setleri gibi söğüşlemeye dayalı “eğitim sektörüne” dünya kadar para yatıran velilerin suçu “Türk vatandaşı” olmak mı?
 Adalet ve Kalkınma Partisi, aylarca Türkiye gündemini eğitimde eşitsizlik var, türbanlı öğrencilerin eğitim hakları ellerinden alınıyor mottosuyla kılık kıyafet yönetmeliklerini sabote ederek oyalarken( Eğitim hakkının elinden alınması demek bireyin her şartta eğitim görememesi demektir. Türbanlı hanımlar türbanlarını çıkardıkları sürece eğitim görebildiklerine göre bu eğitim hakkının engellenmesi demek değil üniversitelere “siyasal” simge ile girilmesini engellemektir),  4+4+4 eğitim rezaletiyle “eşitsizlikleri giderdik” diyerek cumhuriyet ile hesaplaşırken bir kez daha “eğitimde eşitlik anlayışını göstermiş” oldu.
Türk halkı bu durumdan fena halde rahatsız... Başbakan Erdoğan eşbaşkanlık rüyasındayken yitip giden şehitler, eğitimden Atatürk’ün ve ilkelerinin çıkartılmaya çalışılması, Suriyelilere imtiyazlar tanınması, Suriyelilerin masraflarını karşılayabilmek, artan askeri giderleri dengeleyebilmek ve ekonomideki açığı kapatabilmek için korkunç zamların yapılması ve nicesi Adalet ve Kalkınma Partisine tepkilerin doğmasına neden oluyor. Özellikle son dönemde Atatürk ve Cumhuriyet değerlerine yapılan saldırılar halkı daha duyarlı hale getiriyor. Yapılan bu dönüştürme süreci ve Arap Baharı’nın sonunda AKP’nin eksileri onu götürmeye yetecek, partide başlayan panik halini tölare etmek için yapılan parti birleşmeleri kaçınılmaz sona fayda etmeyecektir! Tarih yaşanılan bu dönemi  de asla ve asla affetmeyecektir!


                                                                                                                     Gündem Gazetesi 27.09.2012

20 Eylül 2012 Perşembe

SEN DEMOKRASİYE GELMEZSEN DEMOKRASİ SANA GELİR!




                ABD için Suriye tam bir kangrene döndü! Hedefteki ülkeye her daim demokrasi götüren ABD bu sefer dirayetli çıkan Esad’ın ülkesine demokrasiyi götüremedi! Yıllardır eğitilen, çok iyi sosyoloji ve psikoloji bilen provokatörler; devletin her kademesine yerleştirilip ülkeyi felç eden işbirlikçi ajanlar; tekel altındaki basın; bölge ülkelerin kukla başbakan ve kralları, büyük halk desteğini arkasında bulunduran Esad’a diş geçiremedi!
                “Uluslar arası camia” denen belli çıkarlara hizmet eden topluluklar da tüm manevralara ve izlenilen manipülatif siyasete rağmen bekledikleri sonucu alamadı, henüz ne bölgeyi bölmeye hasıl olabildi ne de finans diktatörlüğü inşa etmek üzere Esad’ı devirebildi…
                ABD son dönemde sessiz, çünkü seçim arifesinde! Ne savaş ne ambargo ne de “git” çağrısı… Tık yok, seçim öncesi risk almak istemiyor. Bu noktada iş tabi ki Türkiye’ye kalıyor! ABD sessiz kaldığı bu dönemde yerine bakan Türkiye’ye sürekli misyonunu hatırlatıyor!  Öyle ki dur durak bilmeyen gizemli bir trafik var iki ülke arasında! Üst rütbeli askerlerden, istihbaratçılardan ve siyasetçilerden biri geliyor, biri gidiyor! Türkiye’ye atılacak adımlar sürekli öğretiliyor! Büyük gizlilik içinde yapılan toplantılarda bizim geleceğimize şekil veriliyor!
                Sürecin sonunda en zararlı çıkacak ülke Türkiye. Vaatler Türk politikacıların gözlerini öylesine kör etmiş olmalı ki Türkiye’nin geçeceği süreci, bölgedeki halk hareketlerinin (bilinçli tetiklenen ve yönetilen) nasıl gelişeceğini ve kendilerinin akıbetleriyle ilgili büyük resmi görememekteler! Bunun için tarihten ders almak çok önemlidir. İktidarda bulunanlar Atatürk dönemini karalamak yerine ders almak için tekrar okumalıdırlar. Zira Atatürk’ün izlediği Ortadoğu siyaseti bugün izlenenin tam askine Türkiye çıkarlarına hizmet etmektedir. Bölgenin Türkiye için stratejik ve kültürel öneminin “farkında” olan Atatürk, bölge ülkeleriyle ilişkilere çok önem vermiş, Sadabat Paktını kurmuş; milli mücadelede de örnek olduğu halklara devlet modeli olarak da önderlik etmeyi, sosyokültürel, askeri ve ekonomik işbirliği yapmayı hedeflemiştir. Bölgesel kalkınmanın birlik sağlanarak gerçekleşeceğinin ve bir güç oluşturulabileceğinin farkına varmış ve siyasetini bu yönde çizmiştir.
                89 yıl önce bugün olanları görebilen bir liderin ülkesinde, bugün iktidarda bulunanlar 2 yıl sonrasını görememektedirler ya da görmek istememektedirler! Suriye’de izlenen siyaset Türkiye’nin bölgesel çıkarlarıyla tamamen çatışmaktadır. Bugün konuşulan tampon bölge ve askeri müdahale seçeneklerinde Türkiye maşa olarak kullanılmak istenmektedir.  Her ikisinin sonucu Türkiye’yi felaketlere sürükleyecektir.
Koalisyon güçlerince Irak’ta kurulan son tampon bölge kalktığında karşımızda iyi eğitilmiş, silahlandırılmış PKK ile karşılaşmıştık! Bu kez de neyle karşılaşacağımız bellidir! Şimdiden sınır bölgelerinde İslami terör örgütlerinin üyeleri, Mossad ve CIA ajanları konuşlanmış, serbestçe gezebilmektedir! Bölge tamamen izole edilmiştir, ne çirkinliklerin yaşandığı belli değildir! Aktarılan haberler ve bilgiler gerçeklikten uzaktır! Özellikle bu durumda en çok tedirginlik yaşayan Hatay halkı, sindirilmeye çalışılmakta, ortaya bir irade koymaları sert müdahalelerle engellenmektedir. Sizce de bu halk devrimine destek veren bir zihniyetin yöntemi midir?
Suriye’nin düşmesi demek Türkiye’nin düşmesi demektir! Türk politikacılarımız aldıkları vaatlerle olacakları görmeyebilir ya da görmezden gelebilirler ama bir bahar da Türkiye’nin kapısındadır! Bugün PKK’nın yaptığı bir iç savaş provasıdır…  Birkaç yıl içinde bugün iktidara destek veren halkımızın da olanlar karşısında ağızları açık kalacaktır. Tüm irademiz elimizden alındığında, “Uluslar arası camia” tarafından susturulup dünyada yalnız bırakıldığımızda iş işten geçmiş olacaktır. O zaman tüm bunlara destek veren politikacılarımızın akıbeti de daha önce bu yapıların emirlerine amade olan diğer dünya liderininkiyle aynı olacaktır!.. 


                                                                                                         Gündem Gazetesi 20.09.2012

13 Eylül 2012 Perşembe

MODERN ÇAĞDA KÖLELİK




    İlk insanlardan günümüze kadar insanoğlu dönüm noktaları yaşamıştır. Her bir dönüm noktası insanlığın daha da ileriye gitmesine, bugün ki medeni dünyanın kurulmasına ve yarın ki medeniyetlerin devamına zemin hazırlamıştır.
                Hukuk sisteminin oluşturulmasından tutun da ilk demokrasi deneyimlerinin yaşanmasına; köleliğin kalkmasından, skolastik düşüncenin yıkılıp aydınlanma çağının başlamasına ve Fransız İhtilali’yle ortaya çıkan yeni düşünce akımlarına kadar birçok dönüm noktası yaşanmış, modern dünyanın temelleri atılmıştır.
                5000 yıldan fazla süren bu keşfetme ve aydınlanma ile atılan modern medeniyetlerin  temelleri, içinde bulunduğumuz yüzyılda çatırdıyor. Modernize edilmiş hukuk sistemleri halkın refahını, güvenliğini sağlayıp yaşamını kolaylaştıracağına devletin birey üzerindeki kontrol mekanizması, koşulsuz şartsız itaat güvencesi haline gelmiştir. Yazılı hukuk ilk kez ortaya çıktığında halkın sosyal haklarını düzenlerken daha sonraki yıllarda toplum-devlet ilişkilerini düzenlemiş, kralların, padişahların halk üzerindeki kesin hakimiyetini kırmayı amaçlamıştır. Sözüm ona bu aydınlanma binlerce yıl önce yaşanmış olmasına rağmen modern(!) hukuk sistemlerine baktığımızda hiçbir şeyin değişmediğini, çoğu devletin halk üzerinde en az monarşiler kadar baskı kurduğunu, halkı demokrasi simülasyonlarıyla oyaladığını görürüz.
                Köleliğin kalkması, insanların yasalar önünde ve sosyal hayatta eşit kılınması da uzunca bir geçmişe dayanmaktadır. Peki, 21. Yüzyıl ile medeniyetlerin köleliği kaldırıp da modern dünyanın temellerini attığı, günümüz dünyasını şekillendirdiği dönemler arasında ne gibi farklılıklar vardır? Tek fark kimsenin adının köle olmamasıdır.
                Eski çağlarda kölelik efendiye, zengine, ağaya kayıtsız itaat, ekonomik bağımlılık, hiçbir güvenceye sahip olmadan insan onuru hiçe sayılarak yaşanılan bir kurumdu. Şimdi ise bu büyük şirketlere kayıtsız itaat, ekonomik bağımlılık ve güvenceye sahip olmamak, 21. Yüzyıl değerleri çerçevesinde kişisel onurun yok sayılması şeklinde gelişiyor.
                Dünya pazarını ele geçirmiş büyük şirketler hemen hemen her ülkede, şehirde, semtte tıkır tıkır işliyor. Biz de modern köleler olarak ya bu şirketlerde çalışıyoruzdur ya da bu şirketlerin müşterileriyizdir.
Kapitalist devletlerin bu “küresel şirketleri”, tüm dünya pazarındaki iş gücünü sömürüyor, az paralar ve güvencesiz işçilik ile bireyi köle olarak kullanıyor. Ele geçirdikleri pazar ülkelerinde sınırlı bıraktıkları iş imkanlarını lehlerine kullanıyor, alternatifsiz işçileri kendi şirketlerine bağımlı hale getiriyorlar. Az parayla çalışan işçiler hiçbir hak ya da güvence olmaksızın işten çıkarılabiliyorlar.
                Bu şirketlerde çalışan olarak köle olmasak bile yine kapitalizmin dayatması modaya ve marka çılgınlığına köle oluyoruz. En son çıkan modelleri elde etme, çevremizden bir adım önde olma hırsına kapılıp bu şirketleri abad ediyoruz. Kısaca bu küresel şirketlerin ya çalışan köleleri oluyoruz ya da dayattıkları suni mutluluk iksirlerinin müptelası oluyoruz!
                İnsanları köleleştirmekte medyanın rolü de çok büyük! Zihinleri şekillendirmede, size “onların” istedikleri bilgileri verip yalan bir dünya; suni bir gerçeklik yaratmada üstlerine yok! Hele de “sorgulama” gibi gereksiz(!) bir özelliğiniz de yoksa 7 milyarlık mutlu çoğunluktan oluverirsiniz… İdeal dünya vatandaşı, ayaklarındaki prangadan habersiz kapitalizm piyonları…
                Yıllarca verilen mücadeleler, savaşlar yaşanan sancılar hepsi boşuna… Ne aydınlanma ne gelişme ne de ilerleme kaygısı… Sadece bize çizilmiş, bizim için şekillendirilmiş bir yaşamı tüketiyoruz…  Yıllar yıllar önce yıkılmış duvarları fark etmeden tekrar örüyoruz etrafımıza. Ufak mutlulukların peşinden koşarken kayıp gidiveriyor elimizden onca mücadeleyle elde edilen özgürlük eşitlik…
                Kısacası “Modern Dünya” adı verilmiş bir dönemde çoktan kapanmış çağları tekrar yaşıyoruz, gelecek nesillere, ileriki medeniyetlere başladığımız noktadan çok daha ileride, bulunduğumuz (ya da bulunmamız gereken) noktadan daha da aydınlık bir gelecek bırakamıyoruz.



                                                                                                                     Gündem Gazetesi 13.09.2012

5 Eylül 2012 Çarşamba

DİYANET AMACINDAN SAPTI!




              Atatürk İlkeleriyle ve başta Laiklik olmak üzere Cumhuriyetin temel taşlarıyla oynanılan şu dönemde Türkiye’deki din kavramını bir nebze de olsa dengede tutan; bağnaz, aşırı radikal ve molla sınıfın etkinliğini biraz da olsa azaltan Diyanet İşleri Başkanlığı artık amacından saptı, misyonunun dışına çıkmakla birlikte, yasalarca belirtilen yetkilerini de aştı.
                Halbuki Diyanet İşleri’nin kuruluş amacı Osmanlı’da mollalarca, din tüccarınca İslam’la ilgisi olmayan inanışlar empoze edilen halka “gerçek” İslamı öğretmek, Kuran’ı Türkçe’ye çevirerek insanlara  kendi dillerinde ibadet şansı tanımaktı; bireyle yaratıcı arasında duran din tüccarlarını ortadan kaldırarak İslam rönesansını başlatmaktı. İnsanlara din kisvesi altında empoze edilen bağnaz, köhne düşüncelerin yerine bilimsel, çağdaş yani ticareti yapılmayan -gerçek- İslam anlayışını öğretmekti.
                Bugün gelin görün ki Diyanet’in en tepesinden, aşağılarındaki kadrolara kadar hepsi bu amaçtan sapmış; mollaların sapkın din anlayışına sıkı sıkıya sarılmışlar… Hatta bu durum öyle bir hal almış ki ülkenin doğu kentlerine molla atamaya başlamışlar! “Sevilen, sayılan, sözü geçen” kişilerden seçilen, molla demek infiale yok açar diye “mele” denilerek geçiştirilen bu grubun asıl amacı nedir? Devletten maaş alan bu kişilerin camilerde çalışması için “sevilen, sayılan ve bölge halkı arasında sözü geçen” kişiler içinden seçilmesinin nedeni halka sözlerini dinletmek ve din tüccarlığı etmek midir? Köhnemiş, radikal, zındık bir zihniyetin insanları tekrar ele geçirmesi midir?
                Zira bugün halen görevlerini sürdüren imamlar bu endişeleri körüklemektedirler. Verdikleri vaazlar, yaptıkları açıklamalar kan donduran cinsten… Türkiye’nin en doğundan en batısına kadar bu imamlar verdikleri vaazlarda sıklıkla Laikliği ve sosyal hayatı hedef alıyor,  Atatürk’e ve Cumhuriyete hakaret ediyorlar.
                Yozgat Müftüsünün verdiği “eşinin kafası açık olan ve sokakta kadınlarla konuşan erkek deyyustur” vaazı bunun en acı örneğidir. Anayasanın 136. Maddesine aykırı; kurumun laik yapısına ters;  kurumun kuruluş amacının tam aksine insanları hurafe inançlara, radikalizme yönlendiren ve sosyal hayatı baskı altına almayı hedefleyen;  88 yıl önce savaşılan bağnaz, köhne ve sömürüye dayalı din anlayışının hortlamış halidir. “Çanakkaleliler yarı çıplak dolaşıyor, yerleri cehennemdir” diyen Çanakkaleli imam da, “Allah şeriatı ülkemize nasip etsin” diye dua ettiren Diyanetin hac görevlisi de, “çalışan kadın aldatır” gibi söylemlerle kadının sosyal hayatta yok sayılmaya çalışılması da, insanların farklı mezhep ve cinsel tercihlere karşı nefret söylemleriyle doldurulması da bundandır.
                Diyanetin değişen yüzünde Diyanet görevlilerini ve AKP’li bakanları en çok rahatsız eden Diyanetin bağımsız olmamasıdır. Artık iyiden iyiye Diyanet işlerinin Laik olmasından duyulan rahatsızlık dillendirilmektedir. Anayasanın 136. maddesi değiştirilmek istenmektedir! Bu maddede Diyanetin çalışma sınırları düzenlenmiş olup, görevi belirtilmiştir. Madde aynen şöyledir; “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.”
                Bu maddeden rahatsız olan AKP’li bakan Bekir Bozdağ Diyanetin Laik olmaması gerektiğini savunmuş ve yapılacak bir düzenleme ile 136. Maddeden Laiklik ibaresinin kaldırılacağını söylemiştir. “Buradaki Laiklik anlayışı müdahaleci bir Laikliktir” diyen bakanın söyledikleri şu anlama gelmektedir; Diyanetin Laik bir kurum olmaması demek bir devlet kurumu olarak fetva verebilmesi demektir. 21. yüzyıl değerlerinden kopması, aynı 1900’lü yılların başında olduğu gibi Anadolu’ya yine bir devlet kurumunca kontrolsüz, hurafe ve bağnazlıkla yüklü bir İslam anlayışının empoze edilebilmesi demektir.  Yapılmak istenen çok açık, değişim gözle görülebilirdir…


                                                                                                                     Gündem Gazetesi 06.09.2012

31 Ağustos 2012 Cuma

1922-2012 YİNE AYNI YERDEYİZ!



          Büyük Taarruz'un ardından bir Hollanda dergisi olan Handelsblatat'da bir makale yayınlanıyor;
"Türklerin beklenmedik bu zaferi akla şu soruyu getirir; Son nefesini vermekte olan, ölüme mahkum Türkiye dört yıl süren dünya savaşı sırasında tüm maddi ve manevi kaynaklarını tükettiği halde nasıl olur da tüm dünyayı şaşkına çevirir? Sonu gelmiş bir ülke, üstelik yapayalnız kaldığı bir anda müthiş bir örgütlenme yeteneği ve doludizgin bir coşku sergiliyor! Londra'da yapılan hesaplarda Mustafa Kemal ve Milliyetçi Hareketi'nin sıfırı tükettiği, iflasa sürüklendiği iki kere ikinin dört ettiği gibi ortadaydı. Anadolu dullar ve yetimler ülkesine dönmüştü. Tam dört yıl boyunca milyonlarca insan durmaksızın savaştı ve demir yumruğuyla  İngiltere maşası Yunanistan'ı denize döktü. Bu, ulusal davaya duyulan inançla mümkün oldu."
BUNUN ÜSTESİNDEN GELDİYSEK...
       Makale, kuyruk acısı taze batının vazgeçemediği bu coğrafya üzerine hangi oyun kartlarıyla döneceği vurgulanarak bitiriliyor;
"İslam düşüncesinin içerisine girmeliyiz. Bu mucizeyi anlamak için bu gerekli. Yoksa böyle giderse Asya'nın muazzam kapıları yüzümüze kapancak..."
       Emperyalist devletlerin Sevr'den beri hayali aynı! Zengin petrol yatakları, enerji ve su kaynaklarıyla ağız sulandıran Ortadoğu'nun hakimiyeti.
      Karşısında ağır silahlarla, kalabalık ordularla duran, devletin her kademesine sızmış paylaşımcı devletler; başta, batı ile işbirliği içinde ülkesinin bölünmesine göz yuman, Halife sıfatı ile de Ortadoğu halklarını felakete sürükleyen bir padişah ve işbirlikçi, çakma aydınlar!.. 90 yıl önce Atatürk ve beraberindeki halk böyle bir ortamda Milli Mücadeleyi başlatmış ve olanaksızlıklara rağmen batının planlarını bozmuş, hesapta olmayan bir zaferle Asya'nın kapısı, Ortadoğu'nun kilidi bu coğrafyayı bağımsızlığa kavuşturmuştu.
...BUNUN DA ÜSTESİNDEN GELİRİZ!
      Bugün yine aynı noktadayız! Milli mücadele sürdürülürken ülkenin içinde bulunduğu durum bugünküyle aynı! Sevr'i kabul eden bir padişah yerine BOP eşbaşkanı başbakan, yabancı basında Halife ünvanıyla anılan, Türkiye'nin Ortadoğu'daki sempatisini kullanan Tayyip Erdoğan! Etrafa saçılı, işbirlikçi aydınlar, devletin her kademesinde batılı ajanlar!
      Milli Mücadelede başa dönen Türkiye'den batı aynı şamarı yemek istemiyor, makalede de yazıldığı gibi İslam Düşüncesi mucizesi, Atatürkçü düşünceyi zayıflatmada kullanılıyor! Atatürk'ün tam bağımsızlık ve özgürlük rüzgarı kesiliyor! Milli Mücadele ruhunun canlanmasından korkanlar 30 Ağustoslarda Atatürk heykellerine çiçek bile koydurtmuyor, İstanbul hükümeti misyonuyla çalışan Ankara ödevini başarıyla yapıyor!
      O günün olanaksızlıklarıyla Mustafa Kemal ve beraberindeki Türk halkı dünyaya dersini vermişti! Atatürk'ün bağımsızlık hareketi Türk halkını derin uykusundan uyandırmış, ülkeye can vermişti.
      Biz de bugün daldığımız derin uykudan kalkmalı, Sevr'in devamına izin vermemeliyiz! Bunun için bir Atatürk daha beklemek yerine her birimizin bir Atatürk olduğunu hatırlamak yeterlidir!


                                                                                                                                               31.08.2012





   

22 Ağustos 2012 Çarşamba

"KÜRT BAHARI" İLE KARŞI KARŞIYA!




                 Arap baharı ile devrilen liderlerden sonra kurulan geçici hükümetlerin hepsi ülkelerini daha baskıcı, daha muhafazakar bir yönetim altına aldı; Amerika ve bölge üzerinde çıkarı olan çoğu batı devleti ile imtiyaz anlaşmaları yaptı! Arap Baharı'nın planlayıcıları bu adımı Türkiye'de isyan ile değil "seçim" ile yaptı. 3 Kasım seçimleriyle ilk kez iktidara gelen AKP Türkiye'nin rejimini kazdı! Rejimi "hallolan" Türkiye için sıra sınırların şekillendirilmesine geldi.
               Hakkari ve cıvarında PKK adeta kontrolü ele geçirdi, şehre bakan sokulmadı; yollarda PKK bölgenin hakimiymiş gibi kimlik kontrolüne başladı! İzmir'den Hakkari'ye ülkenin dört bir yanında çatışmalar yaşanıyor. Asker PKK ile aralıksız çatışıyor; teröristler etkinliklerini o denli arttırdı ki milletvekilleri kaçırıyor, yerel siyasetçileri görevlerinden istifaya zorluyor! Kent merkezlerinde sivillere saldırılar düzenleniyor! PKK son birkaç hafta içerisinde hiç olmadığı kadar etkinliğini arttırdı, sınırları zorluyor. İnfiale uğrayan halk BDP merkezlerini yakıyor, karşılık veriyor.
              Arap Baharı da bu şekilde başlamış; Libya'nın parça parça bölünmesinde ve bölünmesine ramak kalan Suriye'de bu yol izlenmişti! Baharı tetikleyen en etkin unsurların başında gelen uluslararası basın "Kürt Baharı" başlıklarını yayınlamaya başladı, Arap Baharı'nın Türkiye ayağı için düğmeye basıldı!
            Arap Baharı'nda silahlı teröristler ile mücadele eden silahlı kuvvetleri "özgürlük savaşçılarını ve sivilleri vuran katil ordusu" şeklinde gösteren uluslararası basının PKK ve sempatizanları ile yapılan mücadeleyi de aynı şekilde yansıtmaya başlaması an meselesidir! Baharı yaşayan diğer ülkeler gibi Türkiye'nin ABD'yi, AB'yi, BM'yi hatta çok direnirse Barış Gücünü de karşısında bulması kesindir! Bu süreçte daha önce de olduğu gibi çok unsurlu güçlerle PKK'ya destek verileceği, bunun daha sistematik bir şekilde gerçekleştirileceği açıktır.
           Bu süreçte Türk halkının düşünerek hareket etmesi, manipülasyona açık hareketlerden kaçınması önemlidir.


         

24 Temmuz 2012 Salı

ARAP BAHARI TÜRKİYE’YE SIÇRIYOR!




               Arap Baharı başladığından bu yana tüm yazılarımda “baharın” Türkiye’ye de sıçrayacağını söylemiş, 2003 yılından bu yana Ortadoğu’da değişen tüm askeri, siyasi ve ekonomik dengelerin Arap Baharına ortam hazırlamak için yapıldığını vurgulamış ve ABD başkanları, dış işleri bakanlarının Ortadoğu’daki emellerini korkusuzca kaleme aldıkları makaleleri, çizdikleri haritaları sizlerle paylaşmıştım.
                Bugün ise tam da yazılanlar, “çizilenler” gibi Arap Baharı ya da namı diyar “Büyük Ortadoğu Projesi” tam Türkiye sınırında! Suriyeli Kürtler, Suriye’nin Kuzeydoğusunda kontrolü ele geçirdiler. Ele geçirdikleri şehirleri bayraklarla donattılar; adeta Suriye’den bağımsızlıklarını ilan ettiler!
                PKK ile bağlantılı Suriye Demokratik Birlik Partisi, Kürt Ulusal Konseyi ve Gençlik Koordinasyon Konseyi geçtiğimiz hafta Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimiyle güçlerini birleştirmiş, adeta “birleşme” kararı almıştı!
                Ben ve benim gibi büyük resmi görebilen ulusal yazarlar ve Ortadoğu’daki muhaliflerin kim tarafından fonlandığını bilen Ortadoğu uzmanları bunun gerçekleşeceğini çok uzun zaman önce söylemiştik.
                Condaleezza Rice da Washington Post gazetesinde yazdığı makalesinde Büyük Ortadoğu Projesini ayrıntılarıyla anlatırken, rejim değişikliklerinin yanı sıra sınırların da değişeceğini ayrıntılarıyla açıklamıştı. Büyük Ortadoğu Projesi için çizilen ve yanda gösterilen haritada “Özgür Kürdistan” olarak işaretlenmiş bölge Proje’nin Türkiye ayağı…
                Türkiye’nin Başbakanı’nın üstlendiği Büyük Ortadoğu eşbaşkanlığı görevi ise ayağına dolanmak üzere! Zeynel Bin Abidin’e, Kaddafi’ye, Mübarek’e ve Esad’a demokrasi dersi vermeye çalışan Erdoğan için demokrasi sınavı hiç de uzak değil! Öngörüldüğü gibi Suriyeli Kürtlerle, Kuzey Irak Kürtleri birleştiler; Türk sınırına kendi bayraklarını çektiler! Ve yine öngörüldüğü gibi bölücü Kürt provokatörlerin saldırılarına başlaması an meselesi…
                Suriye’de, Libya’da olduğu gibi sokaklara dökülecek silahlı çetelere;  azılı teröristlere uluslararası basında “siviller muhalifler ” denmesi ve Türkiye’nin uluslar arasında jet hızıyla yalnızlaştırılması hiç şaşırtıcı olmayacak! ABD, birçok AB ülkesi, BM, NATO ve Türkiye’nin;  Suriye’ye, Libya’ya, Mısır’a, Tunus’a yaptığı siyasi baskının aynısını kendi ensesinde görmesi de beklenmeyen bir şey değildir. Hatta Büyük Ortadoğu Projesi başlayana kadar ABD ile sıkı ilişkiler içersinde olan, ABD tarafından “önemli müttefik” sıfatıyla şak şaklanan Kaddafi, Mübarek ve Esad gibi eşbaşkan Erdoğan’ın da BOP’un Türkiye ayağının başlamasıyla ABD’den bir şamar yemesi tüm olasılıkların içerisindedir.


                                                                                                       Çanakkale Haber Gazetesi 25.07.2012

11 Temmuz 2012 Çarşamba

CAMİLER KIŞLA, MİNARELER SÜNGÜ, DİN EN KARLI TİCARETTİR!



Taksim camisi için çizilen proje, söylendiği gibi ufak bir
mescidin yerine değil; meydanın hemen yanına
 ve meydanı tamamen kaplayacak şekilde tasarlanıyor.
  Aşırı İslamcı kesimlerin İstanbul'un göbeğine
dikeceği İrtica Abidesi, hem Taksime "Mekke'yi"
  aratmayan bir görüntü katacak, hem de
 yıllardır hayalini kurdukları "Cumhuriyet putları
 yerine "irtica abideleri" rüyasını da gerçekleştirmiş olacak.
              Türkiye'de uzun yıllardan beri "Taksime cami dikme" konusu tartışılıyordu. Özellikle Erbakan ile alevlenen konu, o dönemde çok eleştiri almış, uyutulmuştu. Bugün ise konu tekrar gündeme geldi, Taksim'e cami dikmek için ciddi ciddi projeler hazırlandı. Erbakan döneminde yapılmaya çalışılıp da "halk hazır olmadığı için" ertelenen her proje gibi bunun da Erdoğan döneminde hayata geçirilmesi sağlandı.
              Taksim'de cami yetersizliği olduğu için, meydandaki mescide de insanlar sığmadığından bu karar alınmış(?)
              Peki Türkiye'de cami yetersizliği mi varmış? Okullardan, hastanelerden daha çok caminin olduğu bir ülkede Taksim'de ibadet sokaklara mı taşmış?
             Halbuki Taksim'in az ilerisinde, İstiklal'de koca bir cami, Taksim'in iki üç sokak aşağılarında, az ötelerinde bir sürü cami mevcut... Ha Taksim, ha İstiklal; ha iki sokak aşağıda kılmışsın, ha iki sokak yukarıda... Yürümek mi zor, Taksimde ibadet iki kat mı sevap?
Ticari islam son yıllarda öyle bir hal aldı ki ibadet şekillerini
"gerçekten" ibadet etmek için değil, gösteriş ve simgeselleştirme
amacıyla kullanmaya başladı. İslam hoşgörüsü yerini namazla
nefret aşılamaya bıraktı...
            Peki neden illa ki Taksim, inadına cami?Cevabı basit... Ülkede İslam ticaretten siyasete terfi etti edeli İslam dininin kutsalları siyasetçiler tarafından pek güzel sömürülmeye başlandı. Camiler abide, basın önünde yapılan ibadetler "kendi partilerinin" işaretli olduğu oy pusulası haline geldi. Özellikle de abideleştirilen camiler işlek, simgeleşmiş ve turistik yerlere dikilirse kazanılmış bir zafer, rejime atılmış önemli bir gol olarak addedilir oldu!
          Dinler arası barış ve kardeşliğin sembolü Ayasofya'da namaz kılma aşkı da, güzel tabiatıyla İstanbul'da yükselen Çamlıca Tepesi'ni bozup cami yapma rüyası da bundan kaynaklanıyor!
Kızılay metrosunda namaz kılan "gösterişçi islamcıların"
tek amacı irtica ile özdeşleştirmeye çalıştıkları Müslüman
ibadetlerini insanlara göstere göstere yapmak! Kızılay'daki
camiler dolmazken metro baştan sona "gösteriş mangasıyla"
dolu!
          İnsanların tüm bu yaşananlara prim vermesi de işin en korkunç kısmı... Kendi zaaflarıyla, inançlarıyla fütursuzca oynayarak zenginliklerine zenginlik, güçlerine güç katanların peşinden bu denli koşmaları, aydınlanamayan bilinçleri; eğitimdeki büyük boşluğu gösteriyor. Ama insanlar yine de 67 adet olup da sınıfları ortalama 50 mevcutlu okulların iyileştirilmesi yerine, 81 bin adet olup da içi asla dolmayan camilere yenisinin eklenmesini yeğliyorlar...




                                                                                                         
                                                                                            Çanakkale Haber Gazetesi 10.07.2012


5 Temmuz 2012 Perşembe

SAVAŞ MELTEMLERİ




                Yaklaşık 1 yıldır savaşla tehdit ettiğimiz, iç işlerine kayıtsızca müdahale ettiğimiz, ülkelerindeki isyancıları desteklediğimiz Suriye uçağımızı düşürdü, ipler iyice gerildi. Bunun yaşanacağı belliydi, Amerika’nın istediği bu tür bir sıcak temas idi.
"ABD dışişleri bakanı Condalize Rice 2003 yılında Washington Post
gazetesinde yayınladığı "Ortadoğuyu Dönüştürmek" adlı makalesinde
Fas'tan Pakistan'a kadar 22 ülkenin sınır ve rejimlerinin değişeceğini
söylüyordu"
                Türk “keşif uçağı” Suriye tarafından vuruldu, geriye uçağın nerede vurulduğu muamması kaldı. Uçağın Suriye hava sahasına girdiği ve burada belli bir süre kaldığı çok açık. Uçağın tespit edilip, gerekli izinler alınarak vurulması arasında geçen sürede uçak Suriye hava sahasını ihlal etmiş… Başbakan Erdoğan ve bakanları uçağın silahsız olduğunu söyleyip hem acıtasyon hem manipülasyon yapsalar da uçak “askeri” bir keşif uçağı. Silahsız olması hiçbir masumiyet işareti olmamakla birlikte keşif mahiyetli bir uçağın başka bir devletin hava sahasında uçması, açıklaması olmayan bir yanlıştır.
                Suriye, hava sahalarını aşsak da uluslar arası hukuk gereğince uçağı vurmadan önce uyarmalı, Türkiye ile temas kurmalıydı. Ancak köşeye sıkışmış Esad Rejimi’nin her an savaş açmasını beklediği Türkiye’nin sınır ihlali yapan uçağını güllerle karşılamayacağı da çok açıktı. Esad Rejimi burada köşeye sıkışmış kedi misali aceleci davrandı ve tırmaladı. Düşmanlarının eline geri dönüşü olmayan bir koz verdi.
"El Cezire'den CBS'E; Yediot Ahronot'dan Washington Post'a
kadar Ortadoğu'dan Batıya dünya gündemine yön veren
basın ve yayın kuruluşları savaş çığlıkları atıyor!"
( Daha önce diktatörlerin devrilmesi için her türlü silahı kullanan
basının Türkiye'yi Arap Baharı'nın ileriki günlerinde ne duruma
sokacağı ise tam bir muamma) 
Keşif uçağının Suriye ile ilişkilerin bu denli gerildiği bir dönemde sınır ihlali yapmasının amacı neydi peki? Bu tür ihlal veya askeri manevraların bölgede sıcak temaslara neden olacağı çok açık değil mi? Özellikle bir yıldır “savaş açarım haa” tehditleri savurduğumuz bir devletin sınırlarında uçarken daha dikkatli olmamız gerekmez mi? Ayrıca 1 yıldır savaşın eşiğinde olduğumuz bir ülkenin sınırını söylendiği gibi “yanlışlıkla” aşıyorsak bu çok büyük bir askeri eğitim zafiyeti değil midir?
Ya da uçağın sınırı aşmasının amacı bir yıldır Amerika ile birlikte neden aradığımız savaşa bir kılıf bulmak mı? Zira, Arap Baharı’nı yöneten Amerika ve eşbaşkan’ı Türkiye’nin çalıştığı Ortadoğu uzmanları ve askeri strateji uzmanlarının bu tür ihlal ve askeri maveraların bölgede sıcak temaslara neden olacağını ve istenilen gerginliklere sebep olacağını bildiği kesindir. Bahar başladığından beri üç diktatör devirip, üç ülke şekillendiren uzmanların bunu göz ardı etmesi imkansızdır.
Emperyalist devletlerin ve uluslar arası örgütlerin tek amacı
bölgedeki ekonomik ve politik çıkarlarını elde etmek! İster bir liderin
kellesiyle ister bir savaşla ister bir soykırımla...
Yugoslavya'da Ukrayna'da Polonya'da olduğu gibi!
Kapalı kapılar ardında yapılan, adı “Suriye Zirvesi” olup da Suriye temsilcilerinin bulunmadığı toplantılarla, Suriye’nin kaderi çizilmektedir. Arap Baharı’nı yöneten Amerika Suriye’deki rejimi devirmek için Türkiye’yi sonuna kadar kullanacaktır. Esad’ı “Libya” modeli ile devirmek için elinden geleni ardına koymayacaktır. Belki sınırda Suriyeli muhaliflerin “ordu” rölüyle yaptığı provakasyonlar  ( muhaliflerin köylerde katliam yapıp suçu orduya atması gibi) ya da buna benzer sıcak temaslarla Türkiye’nin Suriye’ye savaş açması sağlanacak ve NATO ile Esad Rejimi devrilecektir.
Ancak unutulmasın ki Suriye düşerse Türkiye düşer. Esad rejimi devrilirse Arap Baharı’nda sıra Türkiye’ye gelir. Irak’ın Kuzeyinde fiilen ayrılmış vaziyette bulunan Kürt bölgesi ile Suriye’deki Kürtler birleşirlerle, Kürt kökenli Türkler de bağımsızlık türküsüne kendilerini iyice kaptırırlar. O zaman da Türkiye’nin yaptığı her müdahale yabancı basında “sivil katliamı” olarak adlandırılır; Tunus’a, Mısır’a, Libya’ya ve Suriye’ye yapıldığı gibi Türkiye de dünya kamuoyunda yapayalnız kalır!



                                                                                            Çanakkale Haber Gazetesi 03.07.2012