26 Aralık 2014 Cuma

İHANET



             
             AKP’nin danışmanları gündem değiştirme konusunda doğal bir yetiye sahip. Gizli ajandası bulunan Erdoğan ve avanesi, ne zaman kapalı kapılar ardında görüşmeler yapılsa, siyasi skandallar patlak verse, meclisten rezil yasalar geçse bir bomba patlatıyor ve gündemi kendilerine kilitliyor. Söyledikleri aslında tartışılacak şeyler dahi değil zira hayata bakışı 180 derece farklı olan, ayrı bir gerçeklik ve ayrı bir dünyada yaşayan birinin söyleyebileceği veya hayal edebileceği kadar saçma, gerçekliği ve bilimselliği olmayan şeyler. Ancak söz konusu söylemler insanların bam teline vuran cinsten. Erdoğan ve kurmaylarının sarf ettiği dünya rezili söylemler insanların özel hayatlarına hukuk tanımaz, insan hakkı tanımaz şekilde müdahale eder nitelikte… Bunları söyleyen kişilerin gücü elinde bulunduran insanlar olmakla birlikte ayrı bir dünya ve ayrı bir gerçeklikte yaşamaları halkı tedirgin ediyor. Kızlı-Erkekli evlere müdahale, kürtaja ve sezaryene yasaklar ve kısıtlamalar getirilmesi, kadınların kahkahalarına laf edilmesi, kadının iffeti, bekar kadınlar üzerinden yürütülen söylemler vesaire… Bu söylemler halk tabanında mahalle baskısı ve kutuplaşmayı arttırıyor, üstelik kolluk kuvvetleri ve kamu görevlileri uluslar arası sözleşmeler, anayasa ve kanunlara aykırı olmasına rağmen Erdoğan ve kurmaylarının sözlerine yasa maddesiymiş gibi yaptırımlar uygulamaya çalışıyor. Bu tablo dahilinde aslında Türkiye’yi şekillendirme çabası içinde olan AKP’nin insanlara dikte etmeye çalıştığı hayat tarzı hakkındaki söylemler insanları korkutuyor, aydınları infiale uğratıyor ve sonuç olarak bunlar yazılıp çizilmeye başlanıyor.
            Erdoğan’ın döktüğü son ince ise doğum kontrol hapı ve prezervatif kullanımının vatana ihanet olduğu yönündeki sözleri oldu. Erdoğan kendisine oy veren seçmeni iyi çözmüş, apolitik ve yapılan anketlerle sabit eğitim seviyesi düşük halk tabanının oylarını almanın rahatlığı ile kolayca sallıyor. Özellikle üç çocuk söylemiyle başlayan “bu ülkenin nüfusunu kurutmaya çalıştılar” lafları aslında hiçbir dayanağı ve bilimselliği olmayan nutuklar. En azından şunu düşünebiliriz ki eğer bir ülke için nüfus güç oluştursaydı, Hindistan şu an dünyanın süper güçlerinden biri olur; İsrail ise Hindistan gibi devlet otoritesinin kalmadığı, halkın aç ve sefil yaşadığı bir ülke olurdu.
            Nüfus bilimciler, sosyologlar, coğrafyacılar gayet iyi bilirler ki niteliksiz nüfus güç değildir. Öyleyse, 46 milyon insanın açlık sınırının altında yaşadığı; eğitim, sağlık, altyapı hizmetlerinin hiçbir vatandaşa eşit ve kalifiye bir şekilde sağlanılamadığı, üniversite mezunlarının dahi iş bulamadığı, eğitim kalitesinin çok düşük olduğu ülkemde nüfus politikasının arttırılmaya yönelik olması intihardır. Hatta bunu bilmek için nüfus bilimci, sosyolog veya coğrafyacı olmaya gerek yok, lise okumuş olmak yeterli. Haydi lise de okumadınız biraz kafa kullanmak çözüme ulaşmada yardımcı olabilir. Aslında Erdoğan da gerçeği gayet iyi bilmekte, ancak çok kolay anlaşılabileceği üzere kendisi kalifiye, iyi eğitimli, güçlü bir nüfusu istememektedir.
            Bunların yanı sıra “vatan hainliği” olarak nitelendirdiği doğum kontrol yöntemlerini bu denli eleştirmesi Erdoğan’ın bireylerin ilişkiye girmemelerine yönelik, özel hayatlara müdahale eder nitelikteki bir hamlesidir. Bu söylemin ardından doğum kontrol haplarının yasaklanacağı konuşuluyor. Bu yasak evlilik birliği içinden olmadan ilişki yaşayan karşı cinsten bireylerin cinsel hayatlarına müdahale etmek; evli çiftlerin cinselliklerini sadece çocuk yapmakla sınırlamak içindir. Bunlar, demokratik ve özgür bir ülkede olamayacak söylemler ve hamleler olmakla birlikte Türkiye’nin taraf olduğu insan hakları sözleşmesine ve diğer uluslar arası sözleşmeler ile anayasaya aykırı şeylerdir. Geçtiğimiz haftalardaki Osmanlıca Dersleri konusunda da belirttiğim gibi Erdoğan ve kurmaylarının söylemleri ve attığı adımlar bilimsellikten, evrensellikten, gerçeklikten uzak şeylerdir ve aslında ciddiye alınmaması gereken temelsiz ve felsefesi olmayan hareketlerdir. Bunların kulak arkası edilip hiçbir zaman tartışılmamasını savunmuyorum ancak temelsiz ve felsefesiz şeyler olduğundan dolayı gelip geçici, iskambilden kule mahiyetindeki AKP iktidarı gibi zamanı gelince tarihin derinliklerine gömülecek saçmalıklar.
            Biz Erdoğan’ın gündem değiştirmek için sarf ettiği bu sözleri tartışırken aslında perde arkasında Öcalan’a ev hapsi geliyor, Güneydoğu’ya özerklik için kapalı kapılar ardında görüşmeler yapılıyor, yerel özerkliğe ilk adım olan Bütünşehir uygulaması 61 ilimize uygulanacak oluyor, eğitim sistemi elden gidiyor, Suriye sınırımızda kirli oyunlar dönüyor, son bir haftada üç işadamı faili meçhul şekilde infaz ediliyor… Erdoğan’ın halkın bam teline vuran konularda gündem değiştirme hamleleri bugüne değin çok başarılı oldu ancak biz bu zırvaları tartışırken perde arkasında Yeni Türkiye kurulacak kadar çok şey değişti. Artık bundan sonra ne konuşup neye tepki göstereceğimize doğru karar verme zamanıdır, aksi halde karşımızda “Yepyeni bir Türkiye” bulacağız! 
                                                                                                                     Gündem Gazetesi 26.12.2014

19 Aralık 2014 Cuma

DARBE ÖYLE OLMAZ BÖYLE OLUR



          AKP karşıtı aydınlar, emekli askerler, akademisyenler, yazarlar, oyuncular, gazeteciler, politikacılar Silivri’ye toplatıldı. Savcı ve hakimler Ergenekon ve Balyoz davalarında 12 Eylül mahkemelerine rahmet okuttular. 1980 mahkemelerindeki gibi uydurulmuş deliler, savunulma hakları asgari ölçüde tutulmuş sanıklar, şişirilmiş cezalar, yalan, dolan, palavra…
Darbe paranoyası bir algı operasyonu ile halka pompalanmış; sonucu fos çıkan ve aydınlara isnat edilen hiçbir suçun dayanağı olmadığı anlaşılan bu dava sürecinden çıkıldığında medya kendini katı bir otosansürün kucağında bulmuştu. AKP muhaliflerinin tamamen susturulmaya çalışıldığı bir süreç idi. Darbe dönemlerindeki istibdattan farksız idi.
***
            AKP’nin Türkiye’nin eksenini yerinden oynatan siyaseti, halkı aç ve işsiz bırakan ekonomi politikaları, Türkiye’yi batılı devletlere peşkeş çeker özelleştirmeler ve verdiği imtiyazlar, Türkiye çıkarlarına aykırı Ortadoğu siyaseti, basını ve yargıyı ele geçiriş şekli, özel hayatlara fütursuzca müdahale etmesi, İnsan Haklarını ihlal eder ve tüm uluslar arası sözleşmeler ile anayasayı tanımaz siyaseti insanları çileden çıkardı. Halk ayaklandı, 15 gün boyunca 15 milyon insan tüm Türkiye’de sokaklara döküldü.
            Suçlu, insanları çileden çıkaranlar değil; Faiz lobisi, dış mihraklar, CHP, Çarşı grubu vs. oldu. Oysaki bu ülkede faiz lobisi olsa başında Erdoğan oturur, dış mihraklar olayların arkasında olsa durumun eşbaşkanı yine Tayyip Erdoğan olur, CHP olsa iktidar olur, Çarşı grubu olsa Beşiktaş şampiyon olurdu.
            Bugün, şu bilindik darbe paranoyası Gezi Parkı Ayaklanması üzerinden yine halka pompalanıyor. Çarşı grubu “darbeye teşebbüsle” suçlanıyor. Gezi Parkı’nın oluşum ve gelişim süreci gerek sosyologların gerek de siyaset bilimcilerin araştırmaları ile gayet açık; doğal bir patlama hali… Çarşı grubunun yargılanması bir AKP geleneği olan delilsiz, uydurmasyon “Yargılama Komedyası” olarak sahnelenedursun biz şu soruları soralım; Dünyada herhangi bir taraftar grubunun ideolojik olarak 15 milyon kişiyi sokağa dökme gücü var mıdır? Dünyada herhangi bir taraftar grubunun darbe yaptığı örnekler var mıdır?
                                                                       ***
            Halka aşılanmaya çalışılan diğer darbe paranoyası ise 17 ve 25 Aralık Operasyonları üzerinden yapılıyor. 17 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu’nun yıl dönümüne manidar bir şekilde denk getirilen Cemaat Operasyonu, yine darbe konulu bir tiyatro!
            Daha 17 Aralık 2013 sabahı yazdığım yazıda da belirttiğim gibi Cemaatin Erdoğan gibi bir tirana dahi saman altından operasyon hazırlayıp bunu hayata geçirebilmesi, Gülen Cemaatinin devlet kadroları içinde ne denli güçlendiğini gösterir nitelikte! Ancak şu soruyu sormak lazım, Gülen Cemaati 16 Aralık gecesi mi bir çeteye dönüştü? 16 Aralık gecesi mi devlet kadrolarını ele geçirip “devletin nizamını” değiştirecek güce ulaştı?
            Hatırlarsanız bir zamanlar dava arkadaşı, üstadı olan Fetullah Gülen’e Tayyip Erdoğan “Ne istediniz de vermedik” diye sormuştu operasyonun hemen ardından! Eğer Gülen Cemaati Anayasal düzeni ve devletin nizamını değiştirmek üzere bir darbe planlıyorduysa Erdoğan kendi beyanıyla bu suç ortaklığını kabul etmiş olmuyor mu?
***
            Oysaki biz Türk halkı olarak darbelere çok alışık bir milletiz. Eskiden darbe yapılınca önce tek kanal TRT ele geçirilirdi. Sokaklara asker, medyaya sansür, askeri mahkemeler, taraflı yargılamalar, faşizan cezalar…
            Kafasını kaldıran ya “anarşik”, ya komünist ya da terörist idi!
            “Devlet otoritesini yeniden tesis etmek için” gelen adam devletin demokrasi geleneğine balyozu indirir, “devlet nizamını değiştirme” girişimleriyle suçladığı insanlardan daha çok devlet nizamını değiştirirdi!
            Bunlar silahlı darbelerdi.
Bir de sivil darbeler vardır ki, askeri darbelerden daha tehlikelidir. Sessizdir. Zaman içinde insanlar uyutularak yapılır. Tepki doğurmaz, farkına varamazsınız! Seneler sonra başlangıç ile sona baktığınızda farkına varırsınız ancak bu sefer de iş işten geçmiştir.
            Bugün baktığımızda tek kanalımız yok. Ama anaakım medya denen, medyaya yön veren ve halkı en çok etkileme gücüne sahip medya kuruluşları var. Anaakım medyaya baktığınızda ya TMSF el koymuş; havuz medyası olmuşlar ya da baskıdan korkup “penguen medyası” halini almışlar. Anaakım medya, yani kitleleri etkileme gücüne sahip yayın organları tamamen iktidarın eline geçmiş durumda! Yargı… Yargı,  son yapılan HSYK düzenlemesi ile tamamen yürütmenin boyunduruğu altına girmiş; tüm hakim ve savcılar iktidarın isteğine göre dizayn edilmiş vaziyette. Yargı sistemi felç olmuş, 12 Eylül mahkemelerini aratır hale gelmiş… Masumiyet karinesi ortadan kalmış vaziyette. Makul Şüphe ile her birimiz “suçsuzluğumuzu kanıtlamadığımız sürece” suçluyuz. Darbe dönemlerinden tanıdık geldi mi bu size?
            Yasama… 12 Eylülün bizlere hediyesi olan %10 barajı ile halk iradesi çöpe atılmış, iktidarı ele geçirmiş AKP indir parmak, kaldır parmak oyunlarıyla ülkeyi istediği gibi dizayn etmekte…
            Bu gidişe dur diyen belki “anarşik” olarak yaftalanmıyor ama terörist, cuntacı, dış mihrak, vatan haini oluveriyor. 1980-2014, kavramlar değişmiş, yöntem ise aynı!
            Tüm bunlar sessiz sessiz yaşanırken ve bizler darbe paranoyası ile uyutulurken ülkeye darbenin alası yapılmış durumda! Yavaş ve sessiz yapılan bu darbenin sonunda geldiğimiz nokta; laikliğin artık sadece anayasada isim olarak geçtiği, eğitim sisteminin kökten değişip Atatürkçü ve Çağdaş eğitim anlayışından koptuğu, Özal ile başlayan neoliberal ekonomi atılımlarının nihayete ulaşıp cumhuriyetin tüm kurumlarının satıldığı, Güneydoğu’ya özerkliğin ve Öcalan’ın ev hapsine çıkmasının tartışıldığı; geriye dönüp baktığınızda 10 sene öncekiyle alakası olmayan bir Türkiye… Değerli okurlar, şimdi siz karar verin anayasal düzeni ve “devlet nizamını değiştirip” devleti kimin yıkmak istediğine…
                                                                                                                     Gündem Gazetesi 19.12.2014

12 Aralık 2014 Cuma

SİNİRLENMEYİNİZ AZİZİM…



            
            Geçtiğimiz hafta Antalya’da yapılan Milli Eğitim Şurası fırtınalı tartışmaları da beraberinde getirdi. Son yıllarda eğitim sisteminde sayısız kez yapılan değişiklikler bu seneki şurada da saçma sapan, bir önceki değişikliklerle çelişen; yap-boz oyununu andıran bir biçimde olacaktı, bu önceden belliydi. Şura toplanmadan önce de akademisyen camiası ve eğitimciler merakla alınacak “tavsiye kararlarını” bekliyorlardı. Zorunlu Osmanlıca dersinden tutun da karma eğitimin kaldırılması dahi tavsiye kararı olarak alındı. Bunlardan bir kısmı eğitim sisteminin içine yerleştirilecek, karma eğitimin kaldırılması gibi “toplumun henüz hazır olmadığı” saçma sapan öneriler bir sonraki şurada ısıtılıp önümüze konmak üzere rafa yerleştirilecek.
            Alınan kararlar öylesine gülünç ki, eğitimi yöneten zatları koltuklarından kaldırıp 10-15 yaş arası çocukları onların makamlarına oturtsanız daha akılcı önerilerle size geleceklerdir. Öyle ki karma eğitimi kaldırmak bile gündeme geldi. Kız ve erkek öğrencilerin teneffüs saatlerine ayar ve öğretmenleri cinsiyetlerine göre kategorize etmek bile planlandı. Osmanlıca dersleri ise “mezar taşlarını okuyabilmemiz için” eğitim sistemine sokuldu.
            Refah Partisi iktidara geldiğinde akıl ve mantıktan uzak bir sürü planı vardı. Hatırlar mısınız bir “Adil Düzen” planları vardı. Adil Düzende para kalkıyordu, takas usulü geliyordu. Hele bir de “İslam Ortak Pazarı” hayali vardı ki… AB’ye alternatif olacak, İslam alemiyle aynı para birimine dahi geçecektik. Önce “parayı kaldıralım” demişti, sonra da İslam Dinarı adında madeni paralarla ortaya çıkıvermişti rahmetli Erbakan. Daha sonra da İslam NATO Gücü çıkmıştı ortaya. İhtilaf ve çekişmelerle dolu Ortadoğu’daki ülkelerin oluşturduğu Barış Gücünü bir düşünseniz ya! Herhalde İslam Barış Gücü bugün Suriye’ye operasyona gitseydi, operasyon ortasında Irak ve Kuveyt ordusu veya Suudi Arabistan ve İran güçleri kendi aralarında çatışmaya girerdi…
Bunların hepsi mantıktan ve bilimden uzak; felsefesi ve temeli olmayan atılımlardı. Tarihle, siyaset bilimiyle, sosyolojiyle, dönemin şartları ve küresel gidişatla uzaktan yakından alakası olmayan şeylerdi. Refah Partisi o dönemde bunları bilmem halka dalga geçmek için ortaya attı ya da bunlara ciddi anlamda inandı. O dönemde yaşananlar halk tabanında ciddi bir “laikliğin ve rejimin yıkılacağı” korkusu yaratmıştı. Oysaki tüm bunlara kulak asmak hata idi, Refah Partisinin bu atılımları gülünecek hadiselerdi…
            Gelin görün ki AKP’nin kafası da aynı kafa. Yok efendim kızlı-erkekli evleri ayıracak, her aileye üç çocuğu yerleştirecek, ümmet vurgusuyla cumhuriyet kazanımı “milleti” tekrardan ümmet yapıp Osmanlıyı diriltecek, efendime söyleyeyim Atatürk’ü Türkiye’den silecek, Erdoğan Ortadoğu’nun lideri olacak falan… Bunlar en az Refah Partisinin Adil Düzeni kadar saçma, İslam Ortak Pazarı fikri kadar gülünç, İslam NATO Gücü hadisesi kadar hayali şeyler!
            Eğitim Şurası da bunlar kadar gülünç ve komik… Milli eğitim sisteminde AKP iktidara geldiği andan itibaren sınavlar, müfredatlar, uygulamalar sayısız kez değişti. Aynı bakan yap-boz gibi kendi uygulamasını kendi kaldırdı, kendi sistemlerini değiştirdiler. Şimdi din dersi adındaki İslam Dini Öğretilerini Müslüman olsun olmasın, Sunni olsun olmasın birinci sınıftaki çocukların bile beyinlerine zerk edecekler. Mezar taşlarını yeni nesil okusun diye Osmanlıcayı eğitim sistemine soktular. Turizm liselerinden kokteyl hazırlama dersini kaldırdılar. Bunlar eğitim felsefesinden uzak, bilimden uzak, tarihten uzak saçma sapan düzenlemeler. Temeli ve mantığı yok, bu sebeple kalıcı şeyler de değiller. Sembolik, Erdoğan’ın tabanına göz kırpmasına sebep olan banal ve ucuz manevralar. Bu tarz manevraların Atatürkçü eğitim sistemine zarar vermesi pek mümkün değil. İlk iktidar değişikliğinde kaldırılır gider.
Evet, bugün ciddi anlamda bir diktatöryal rejim altında yaşıyor, Cumhuriyet kazanımlarının yok edilmesine şahit oluyoruz. Ama iş o kadar basit mi? 90 yıllık Cumhuriyet kazanımları, 90 yıllık demokrasi kültürü, 90 yıllık millet olma bilinci bilimden uzak, felsefesi ve temeli olmayan, her türlü gelişmeden ve evrensel değerden nasibini almamış, akıl yoksunu fikir ve icraatlarla yıkılabilir mi?
12 yıllık bir iktidarın basit ve temelsiz, bilimsellikten uzak ve tabana zıt atılımları 90 yıllık bir rejimi yıkamaz, buna gücü de yetmez çapı da yetmez.
O yüzden sinirlenmeyiniz, dert etmeyiniz azizim! AKP temaşasını seyreyleyip, tebessüm ediniz… 

                                                                                                        Gündem Gazetesi 12.12.2014 

8 Aralık 2014 Pazartesi

SEÇİM BARAJI



           %10 seçim barajı Türk siyasetindeki en önemli tıkanıklıklardan biri, demokrasinin işlerliğinin önündeki en büyük engellerdendir. Dünya’da hiçbir demokrasi örneğinde seçim barajının %10 olduğu Türkiye’den başka örnek yoktur. Seçim barajının bu denli yüksek olması, siyasi partilerin parlamentodaki temsiliyet oranını büyük ölçüde düşürmekte, insan haklarına ve düşünce özgürlüğüne ciddi bir darbe indirmektedir.
            Seçim barajının bu denli yüksek olması Türkiye’deki milyonlarca seçmenin mecliste temsil edilmemesine sebep oluyor. Örneğin 2002 genel seçimlerinde meclise sadece iki parti girmişti. Meclise girebilen AKP 11 milyon, CHP ise 6 milyon oy alabilmiş, 41 milyon seçmenden sadece 17 milyonu mecliste temsil edilerek 24 milyon kişinin oyu hiçbir işe yaramamıştı. 2007 genel seçimlerinde ise AKP 16 milyon, CHP 7 milyon ve MHP 5 milyon oy almış, 42 milyon seçmenden sadece 28 milyonu mecliste temsiliyet hakkına nail olabilmişti. 2007 seçimlerinde 14 milyon seçmen mecliste sandalyeye dahi sahip olamamıştı. 2011 genel seçimlerinde ise AKP 21 milyon, CHP 11 milyon ve MHP 5 milyon oy almış, 52 milyon seçmenin sadece 37 milyonu meclise temsilci gönderebilmiş, 15 milyon seçmen ise temsil edilmemiştir. Son üç genel seçime bakıldığında 24 milyon ila 15 milyon seçmenin mecliste hiçbir temsiliyet şansına %10 barajı yüzünden ulaşamadığı görülmüştür. Bu ciddi bir demokrasi ihlalidir.
            Matematiksel olarak seçmenin parlamentoda temsiliyet hakkına ulaşamamasının yanı sıra %10 kadar yüksek bir seçim barajı seçmenin siyasi parti tercihlerini yadsınamaz ölçüde etkilemektedir. Çoğu seçmen %10 barajı yüzünden savunduğu düşüncenin mecliste temsil edilemeyeceğini düşünerek savunduğu ideolojideki partiye oy vermekten çekinmekte, ya barajı aşabilecek kendisine en yakın partiye oy vermekte veya hiç oy kullanmamaktadır. Sayıları 24 milyon ila 15 milyon arasında değişen ve parlamentoda temsiliyete ulaşamayan seçmenin oyu tamamen hiçe sayılmış, her seçmenin oyu bu baraj sebebiyle eşit sayılmamıştır. %10 kadar yüksek seçim barajı, sayıları 24 milyon ila 15 milyon arasında değişen seçmenin oylarını meclis sistemi gereği parlamentoya girebilen üç parti arasında bölüştürmüş ve temsiliyet hakkına sahip olamayan çok sayıda seçmenin oyunu bir nevi hiçbir bağı ve bağlantısı olmayan partilere aktarmıştır. Bu durum ciddi bir hak ihlaline ve demokrasi tıkanıklığına yol açmakta, gerçek anlamda çoğulcu demokrasinin işlerliğini engellemektedir.
%10 seçim barajının demokrasiye ne denli zarar verebileceği, özellikle son 13 yılda kristalize olmuş; AKP iktidarının mecliste sahip olduğu koltuk sayısının muhalefeti ne denli saf dışı bıraktığı ortaya bariz bir biçimde çıkmıştır. Mecliste karar yeter sayısına ulaşan AKP, %10 barajı sayesinde istediği yasayı engelsizce çıkarabilmiş, istemediği teklifleri ise rahatça meclisten geçirtmemiştir. Sahip olduğu koltuk sayısı ile AKP, kişiye özel yasalar çıkarabilmiş, özel kanunlar ile yolsuzluklarını örtbas edebilmiş, yandaşlarının ceplerini dolduracak özel düzenlemeleri engelsizce yapabilmiş; gerek meclis içinde gerek de kişi ve kurumlar bazında iktidarın denetlenebilirliğini engellemiştir. Yargı sistemini boyunduruğu altına, medyayı ise denetimi altına %10 barajının kendisine hediyesi olan “kontrolsüz güç” ile alabilmiştir. Öyle ki AKP’li Burhan Kuzu, Anayasa Mahkemesinin seçim barajının kaldırılmasına ilişkin açıklaması üzerine Anayasa Mahkemesini kaldırmakla tehdit edebilmiş, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç “biz de gerekli düzenlemeleri yaparız” diyerek Anayasa Mahkemesi kararını mecliste işlevsiz kılacağını açıklayarak hukuka açıkça meydan okumuştur. Sadece Anayasa Mahkemesinin seçim barajının düşürüleceğine dair açıklaması üzerine iktidarın tehditleri dahi %10 barajının ne denli antidemokratik oluşumlara, diktatöryal yönetimlere mahal vereceğini göstermektedir. Bu sebepledir ki Anayasa Mahkemesi seçim barajının düşürülmesine ilişkin dosyasını bir an önce karara bağlamalı, Türkiye’de milyonlarca temsil edilmeyen seçmen önümüzdeki ilk seçimde meclisteki temsiliyet haklarına kavuşmalı, ülkeyi “babasının çiftliği gibi” yöneten partilerin hakimiyetlerine artık son verilmelidir!   
                                                                                                         
                                                                                                         Gündem Gazetesi 08.12.2014

28 Kasım 2014 Cuma

OTOSANSÜRDEN RESMİ SANSÜRE AKDİKTATÖRLÜK



           ABD’de soğuk savaş yıllarında birçok aydın, asker, bilim insanı ve sanatçı dönemin başkanı McCharty’nin elinde salladığı “terör” listesiyle içeri atılmıştı. ABD’de etkileme gücü yüksek bu isimlerin ortak noktası Soğuk Savaş döneminde ABD hükümetinin “Sosyalizm” endişesi ile halka uyguladığı aşırı baskıları, insanlık ve hukuk dışı muameleleri eleştirilmeleriydi. McCharty’nin elinde bulunan bu linç listesinin ardından başlayan soruşturma ve davalar ABD vatandaşlarının hafızalarından asla silinmeyecek bir istibdat dönemini başlattı. İçlerinde Albert Einstein gibi önemli bilim insanlarıı ve akademisyenlerin de bulunduğu bu davalar silsilesinde linçe uğrayan isimler aslında kamuoyu önüne ibretialem için çıkarılmışlardı. Zira, McCharty isimleri açıkladıktan sonra başlayan dönem tüm vatandaşların telefonlarının dinlendiği, herkesin en ufak bir muhalif hareketinde veya kalabalık bir ortamda ettiği bir laf ile içeri atıldığı bir dönemin başlangıcıydı. O dönemde medyada eşi görülmez bir otosansür uygulandı. Yazarlar, gazeteciler ayaklarının taşa değeceği korkusuyla otoriteye ve baskıya boyun eğdiler. O dönem McCharty’nin listesinde bulunan isimler yıllarca mahkeme salonlarında süründükten sonra suçlu bulunmamışlardı, süreç sadece ABD halkını ve aydınlarını baskılamaya yaramıştı. McCharty istibdadının ABD medyasındaki etkisi ise halen sürmekte… ABD gazeteleri Ortadoğu’daki ABD katliamlarını, ABD’nin dış politika hamlelerini, ABD’deki silah lobisinin ülke içini ve dışını nasıl kana buladığını veya kitle iletişim araçları ile halkın ne denli şekillendirildiğini halen derinlemesine kaleme alamaz, eski bir gelenek olan “milli güvenliğe zarar verici yayın” yaparak yargılanmaktan korkarlar. ABD medyasındaki derin otosansür McCharty’den beri devam etmektedir.
            Türkiye de yakın tarihinde böyle bir dönem yaşadı. Ergenekon Terör Örgütü adında bir örgüt birden ortaya atılıverdi. Ergenekon davasında yargılanan birçok bilim insanı, aydın, sanatçı, gazeteci ve yazarın ortak noktası AKP hükümetine muhalif olmaları idi. Bir araya gelmesi ideolojik olarak dahi imkansız insanlar sözde aynı terör örgütüne hizmet ediyorlardı. Bugün Ergenekon davasını unutmuş gibi dursak da hatırlaması zor olmayacak kadar yakın o dönemde her birimiz telefonlarımızın dinlenmesi korkusu ile hükümeti telefonda dahi eleştiremediğimiz, kahvehanede ne olur ne olmaz diye hükümet aleyhtarı sohbet edemediğimiz veya sokakta konuşamadığımız bir dönemi yaşadık ve eminim ki bu dönem her birimizin hafızasına ABD’deki McCharty dönemindeki gibi kazınmıştır. Ergenekon davasında yargılanan birçok gazeteci, yazar ve aydının “dışarıdaki” meslektaşlarına ibretialem olması için içeride yattığı dava neticelenince ortaya çıkmıştı. Türkiye’deki otosansür işte bu dönemde kendini gösterdi veya kristalize oldu. AKP, iktidara “muhafazakar demokrat” görüntüsü ile gelip aşırı İslamcı bir faşizm uygulamaya, medyanın Ergenekon sonrası kendini ciddi bir otosansürün kucağında bulması ile başladı. Bugünlerde ise otosansür kendini resmi sansüre bırakmış durumda.
            Geçtiğimiz gün 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonuna da yayın yasağı getirildi. Yasağın gerekçesi adil yargılamanın etkilenmemesi, sanıkların masumiyetlerinin zedelenmemesi ve adil yargılama ilkesinin ihlal edilmemesi idi. Ancak halihazırda bulunan yasalar zaten adil yargılamayı etkileyecek veya adil yargılamayı ihlal edecek yayınlar yapan kişi veya kurumlara cezai işlem uygulanması yönünde. Mahkeme kararı kesinleşene kadar bulunan “sanıkların masumiyet karinesinin” ihlali de aynı şekilde hukuki yollarla engelleniyor. Yani 17 Aralık soruşturmasına topyekün yayın yasağı getirilmesi yukarıdaki yayın yasağı gerekçesini aklamıyor. Yayın yasağına duyurulan gerekçe tamamen hukuk sistemini kendi boyunduruğu altına almış iktidar partisinin bir sonraki seçime kadar yolsuzluk ve rüşvet skandalını halka unutturmaya yönelik hamlesidir.
            Bu yayın yasağına uymayacağını duyuran ve tek dik duran gazete ise Cumhuriyet Gazetesi olmuştur. Hatırlayalım, Cumhuriyet gazetesi daha önce de MİT müsteşarı, dönemin Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu ve dönemin başbakanı Erdoğan’ın avanesinin toplantığı ve bizi Suriye ile savaşa sokmak için komplo teorileri üretilen toplantının ses kayıtları ortaya çıktığında da yayın yasağına uymayacağını belirtmiş ve uymamıştı. Reyhanlı saldırısı gerçekleştiğinde uygulanan yayın yasağı bugün Türkiye’de IŞİD’in ne denli ve nasıl kök saldığını anlamamızı engellemiş, Ortadoğu’da geçtiğimiz Nisan ayından beri yaşanan ve Türkiye’nin geleceğini korkunç derecede etkileyecek olan dış politikamızın bize ne denli zarar vereceğinden bihaber bırakmıştır. MİT tırlarına getirilen yayın yasağı ise AKP hükümetinin dış politikasının kime hizmet ettiğini bize göstermeyi engellemiştir. Cumhuriyet Gazetesini getirilen yayın yasağına dik duruş sergilediği Dışişleri toplantısı da keza öyle. Geçmişte, Ergenekon ile başlayan otosansüre dik duran medya kuruluşları bir iki gazeteden daha fazla olsaydı, halkın haber alma özgürlüğünü ihlal eden ve tamamen politik yararlar için alınan yayın yasaklarına da Cumhuriyet Gazetesi gibi dik duran önemli medya organları olsaydı bugün artan ve tamamen kitle iletişimi felç eden resmi medya karartmaları uygulanmayacak, bir diktatörlük rejimine geldiğimiz ve bayırdan aşağıya hızla sürüklendiğimiz sonu belirsiz dönem bu kadar uzun sürmüş olmayacaktı.
            Medyaya uygulanan sansür hiçbir dönemde başarıya ulaşmamış, kamuoyundan saklanan gerçekler zamanı gelince ortaya çıkmıştır. Bugün otosansürün kucağına oturan ve resmi sansüre “meslek etiklerini” hiçe sayıp tepki göstermeyen medya kuruluşları ve gazeteciler her diktatörün fıtratında olan iktidarının çöktüğü gün diktatöre arkasını dönen ilk cenah olacaklardır. Tarih bize bunu hep göstermiştir. 
                                                                                                                      Gündem Gazetesi 28.11.2014

16 Kasım 2014 Pazar

Y-CHP’DEN TİKSİNİYORUM!




           İngiliz istihbarat subayı Maussel “Pantürkizme karşı ağırlık olarak Kürt milliyetçiliğini çıkarmak gerekir. Coğrafi durum dikkate alındığında Türk kovanına önemli bir unsur olarak sokulabilirler” – 1917
             
         Sene 1921, Türk Kurtuluş Savaşının en kritik yılları! Yunan ordusu Ankara’ya dayanmış, meclisten top sesleri duyuluyor. Öte yandan Çerkez Ethem isyan etmiş, kurtuluş mücadelesi tehlikede… Anadolu halkı topyekün var olma mücadelesi veriyor. Balkan, Trablusgarb ve I. Dünya Savaşı cepheleri halkı yormuş, Mondros orduya büyük darbe indirmiş. Asker az, Anadolu halkı kadın, çocuk savaşın içinde! Silah yok, para yok, yiyecek yok… Sevr Anlaşması; Bağımsız Kürdistan, Büyük Ermenistan bu dönemde hala sıcak, Batı ellerini ovuşturuyor. Mustafa Kemal ve Milli Mücadelenin zayıf göründüğü bu anda Tunceli’de Koçgiri İsyanı patlak veriyor. Türk Kurtuluş Mücadelesinin en çetin çarpışmalara hazırlandığı bu dönemde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Lawrence benzeri İngiliz Ajanları cirit atıyor. Ayrılıkçı-Kürt Aşiretleri birden ayaklanıveriyorlar! Ayaklanmanın elebaşları Seyit Rıza, Baytar Nuri Dersimi ve Ali Şerbey. İngiltere destekli Seyit Rıza Ankara yönetimine meydan okuyor, sözde Kürdistan bayrakları Güneydoğu’da asılmaya başlanıyor; Kürdistan marşları besteleniyor! Yani ciddi bir ayrılıkçı hareket söz konusu. İngiliz uçakları Koçgiri’ye yardım atıyor! ( Bu belgeler Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık arşivlerinde mevcuttur.) Bugün belli cenahlarca diktatör olarak anılmaya başlanan Atatürk ise Koçgiri’deki Aşiret liderleri ve bölgedeki ileri gelenlere Ankara’da milletvekilliği teklif ediyor! Dikkat ediniz bu seneler Avrupa’da faşizmin yükselişe geçtiği, Mussolini’nin iktidara geldiği, bize tarihimizle yüzleşme martavalı okuyanların en karanlık yıllarına giriş yaptığı dönemlerdir!
            1927’ye gelindiğinde Ağrı İsyanı patlak verdi. İsyanın elebaşı, Koçgiri İsyanından tanıdığımız Baytar Nuri Dersimi… Bu dönemde Suriye ve Irak İngiliz-Fransız kontrolünde, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da İngiliz ve Fransız İstihbaratçılar cirit atıyor. Ağrı İsyanını başlatan emperyalist aktörler Koçgiri isyanındaki maşaları kullanıyor. Üstüne üstlük bir de o dönemde Irak ve Suriye’de yine İngiliz ve Fransız desteği ile ortaya çıkmış ayrılıkçı Kürt ve Ermenilerin kurduğu “Hoybun Cemiyeti” adında bölücü bir terör örgütü Ağrı İsyanında azımsanmayacak bir rol üstleniyor. Bugün Kürt hareketinin temel olarak aldığı Koçgiri, Ağrı ve Dersim isyanlarında önemli roller oynamış aşiret reislerinin aktif rol aldığı Hoybun Cemiyetinin en önemli amacı “Türkiye Kürdistanı’nın bağımsızlığı” olarak belirlenmiş, en önemli ilkesi ise “İran devletine, Irak ve Suriye’deki Arap halkına ve Onların himayecileri olan İngiliz ve Fransızlara karşı dostane bir tutum takınmak.” olmuştur. Yani bugün Bağımsız Kürdistan diye bağıran “yeni” solcularımız emperyalist ve mandacı fikirleri kendine ilke edinen bir işbirlikçi ağının kucağındadır. ( Meraklıları tarihçi Sinan Meydan’ın “Cumhuriyet Tarihi Yalanları II” kitabında Hoybun Cemiyeti, öncesi ve sonrasındaki ayrılıkçı isyanlar ve Hoybun’ın baş aktörlerinin İngiltere, Fransa ve ABD’den ne çeşit yardımlar aldığını belgeleriyle okuyabilirler.)
Ve sene 1937, geliyoruz meşhur Dersim İsyanına! 1921 ve 1926 tecrübeleri ile Ankara hükümeti Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki feodal hakimiyeti kırmak, şeyhlerin ve aşiret reislerinin halk üzerindeki etkinliklerini azaltmak için 1934’te bir İskan Yasası çıkararak toprak reformuna imza attılar. Böylece topraklar ağalardan alınarak topraksız köylülere dağıtıldı. Üstüne üstlük Ankara, Osmanlı’dan beri isyan eden 3-5 aşireti de bölgeden batıya sürünce Dersim isyanı için ortam hazırlanmış oldu. Bilindik kadro 1937 Dersim İsyanında yeniden sahneye çıktı. İsyanın elebaşları Seyit Rıza, Baytar Nuri Dersimi ve Ali Şerbey idi. Öncelikle Ali Şerbey öncülüğünde Dersim’de Ankara  Hükümeti ve Cumhuriyet karşıtı propagandalar yapılıp isyana zemin hazırlanmaya çalışıldı. Ardından Tunceli-Erzincan arasındaki Kalmut Köprüsü Haydaran Aşireti üyelerince yıkıldı. Bunu takiben Seyit Rıza adamlarına verdiği talimat ile Sin köyündeki karakolu basıp askerlerimizi şehit etti. Ardından Abaşan Aşiretinin karakol baskınları olayları izledi. Mart ve Mayıs ayları boyunca isyana öncülük eden 6 aşiret birçok karakol baskını yapıp onlarca askeri şehit ettiler. Yaşanan ayrılıkçı bir kalkışma, aleni bir ayrılıkçı terör faaliyetiydi. Bunun üzerine Ankara bu kalkışmaya müdahale kararı alıyor. Müdahaleden önce Ankara hükümeti Seyit Rıza’ya isyanı durdurması için üç kişiden oluşan bir heyet gönderiyor, aşiretleri ikna yoluna gidiyor. Aşiretler isyana devam edince son kez isyancılara uçaklardan “isyanın bastırılacağına” dair bildiriler atılıyor. Bu da kar etmeyince Dersim Harekatı başlıyor. Dikkat ediniz değerli okurlar, 1937’lerde yeni kurulmuş bir ulus devletin tolere edemeyeceği bir ayrılıkçı terör kalkışması önce diyalog yoluyla halledilmeye daha sonra da uyarı yoluyla ikna edilmeye çalışılıyor. Dönemi dönemin şartlarında değerlendirmekten yoksun, analiz-sentez yetisi olmayan sözde aydınlar ve yeni solcuların Dersim’i “diktatörün faşizan soykırımı” diye lanse ettiği yıllarda Avrupa’da Franco, Mussolini ve Hitler tüm muhaliflerini acımasızca katlediyor!
            I. Dersim İsyanı “aşiretlere” yapılan operasyon ile bastırılıyor ve Seyit Rıza yakalanıyor. Mahkeme önüne 72 sanık çıkartılıyor ve sadece 7’si idam ediliyor. İddia edildiğinin aksine katliamcı bir devletin girişmeyeceği bir tutum. Dikkat ediniz sene 1937! Atatürk’ün direkt sorumlu olduğu ve soykırımla suçlandığı Dersim harekatı budur. Bilançosu ise yalnızca 265’tir. Gerek Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay kaynaklarında gerek de bölgeyi yakından izleyen İngiliz ve ABD istihbaratının iç yazışmalarında bilanço üç aşağı beş yukarı bu kadardır!
            Bugün Türkiye’nin geldiği nokta bir Kürdistan’ın kurulması arifesidir. Bunun önündeki tek engel ulus devlet ve Atatürk’ün izindeki devlet yapısıdır ve bunun tasfiyesi gerekmektedir. Bu tasfiye için tarihle yüzleşmek adı altında tüm milli kimliğimizi bertaraf edici, tarihimizi baştan yazıcı ve yanıltıcı söylemler gerek iktidar partisi gerek de sözde aydınlar nezdinde son yıllarda ABD senatosu ve Fransız parlamentosuyla ve bunların uzantıları Hoybun Cemiyetivari sivil toplum örgütleriyle senkron bir biçimde dilendiriliyor. 2 senedir yazıyorum, ulusal çaptaki yazarlar da uyarıyor; Sevr Hortluyor!
            Bundan tam 94 yıl önce Batı’nın bölgedeki tüm emperyal çıkarlarını bertaraf eden Atatürk’ün partisi, bugün girdiği her kabın şeklini almaya çalışırken, Türkiye’ye yumuşak müdahale ile ihraç edilen her siyasi iklime ayak uydurayım derken tüm bunların aleti olmaktadır. Atatürk’ün partisinin bugün geldiği nokta içler acısıdır! İşbirlikçi sola evrilen CHP, tarihsel geçmişini ve Anadolu ve Trakya’nın felsefi birikimini bir kenara atmış; 94 yıl önce ülkeden kovduklarının kucağına adeta oturmuştur. CHP’de Atatürk ile başlayan, Dersim ile biten söylemlere bu hafta bir de Dersim özrü eklenmiştir. Cumhuriyet Halk Partisi tarihinin en içler acısı, parti politikalarından ve ilkelerinden en çok ödün verdiği dönemdedir. Tarihle yüzleşmek ve tarihle hesaplaşmak arasındaki ince çizginin farkına vardıklarında CHP’ye önerim kendi partilerinin tarihleriyle bu kez gerçekten “yüzleşmeleridir”. Belki içinde bulundukları yanılgıları ve ilkesiz, nereye çeksen savrulan ideolojilerini bir nebze tamir etme fırsatı bulabilirler! 
                                                                                                                      Gündem Gazetesi 17.11.2014

14 Kasım 2014 Cuma

TÜM İTİBARIMIZI KURTARAN(!) AK-SARAY




            Otoriter AKP rejiminin tüm hırsını ve şatafatını yansıtan AK-Saray tüm yurtta infial yarattı. Hitler’in Welthauptstadt Germania projesi vardı, Erdoğan’ın AK-Saray’ı ise hayaldi, gerçek oldu. Açlık sınırının asgari ücretten 300 lira fazla olduğu, işsiz sayısının 3 milyona dayandığı, 46 milyon kişinin açlık sınırının altında olduğu ülkemde, 1.5 milyar liraya ( Eski paraya göre 1 Katriyon 500 milyar) Erdoğan’a saray yapıldı. Halkı yatıştırmak ve uyutmak için ise yapılan tek savunma “AK-Saray Türk milletinindir” ifadesi oldu, konu kapandı! Dünyanın en şatafatlı, en görkemli saraylarında en geri kalmış ülkelerin kralları, sultanları, diktatörleri ikamet ediyor. Erdoğan kendine uyanı yaptı, ancak bir tek Burma kralının sarayını geçemedi. Yine de 1.000 odalı esrarengiz AK-Saray, Burma kralınınkinden bile daha fazla odaya sahip… Bir AKP’li bakana göre ise AK-Saray Türkiye’nin itibarını kurtarıyor; madencinin kanıyla, ağır vergiler altında ezilen halkın alın teriyle dikilmiş beton yığını bizi muhasır medeniyetler zirvesine taşıyor.
            Gelin pişkinlik timsallerine Türkiye’nin gelişmişlik düzeylerini hatırlatalım. Beton yığını AK-Saray’ı gelişmişlik ve itibar olarak addedenlerin yönettiği ülke İnsan Hakları İhlallerinde Dünya ikincisi. Basın özgürlüğü sıralamasında Nepal, Katar, Zimbabve, Irak ve Singapur’un gerisinde, 180 ülke içinde 154. sıradayız. Sivil özgürlükler alanında dünyada 132. sıradayız. Dünya’da demokrasi sıralamasında Gana, Lübnan, Bangladeş ve Moğolistan’ın gerisinde, Nikaragua ile 89. sırayı paylaşmaktayız. Kadın-Erkek eşitliğinde 135 ülke içinde 122. sıradayız. Milli gelirin baz alınarak yaşam kalitesi alanında yapılan araştırmada ise liste dışıyız! Dünya’da gelir eşitsizliğinde 3. ülkeyiz. Rüşvet alanında Avrupa’da 1. dünya sıralamasında 6. ülkeyiz. Eğitim kalitemiz 65 ülke içinde 44. olmaya elveriyor. Sağlık hizmetlerine erişebilirlik alanında ise dünyada 109. sıradayız. Anne ve çocuk ölümleriyle 189 ülkenin 108.si olmayı başardık. Dünyanın nüfusu en mutsuz 6. ülkesiyiz. 2011 ila 2014 yıllarına ait Türkiye’nin bu verileri bir utanç tablosu, gelişmişlik seviyemizin ve itibarımızın göstergesidir!
            Saraylar, yukarıdaki gibi utanç tablosuyla iktidar şatafatı yelkenine rüzgar dolduran, demokrasiyi ve insan haklarını ihlal edip gelir eşitsizliği ile ceplerini dolduran tiranların, oligarşik iktidarların barındığı yerlerdir. Eninde sonunda saraylarından atılırlar ve tarihte kara leke olarak kalırlar!
            Atatürk’ün mirası Atatürk Orman Çiftliğinin üzerine AKP iktidarının sevdiği “ağaç katliamı” ile oturtulmuş AK-Saray ancak ve ancak zamanı geldiğinde bir “utanç müzesine” çevrildiği zaman Türk milletinin olur ve Türkiye’nin itibarını kurtarabilir.

                                                                                                                      Gündem Gazetesi 14.11.2014

31 Ekim 2014 Cuma

91. YILA REZALETLER İLE GİRDİK




            Cumhuriyetin 91. yılına girdik. 91 yıllık Cumhuriyetin hiçbir dönemi, önümüzdeki sene üniter ve laik Türkiye’nin yaşayıp yaşamayacağı hakkındaki endişelerin bu denli tavan yaptığı bir atmosferde geçmemişti.
            Sadece 29 Ekim günü yaşananlar Türkiye Cumhuriyetine karşı her türlü hıyanet ve gaflet içinde bulunanların bizleri getirdiği hali gözler önüne serdi.
            29 Ekim 2014! Öyle bir rezalete sahne olduk ve bu o kadar sessiz, sedasız; sanki normalmiş gibi yaşandı ve bitti ki, Sevr anlaşmasından beri ellerini bölünmüş Türkiye haritalarına bakıp ovuşturanlar adeta bayram etti. Ayn El-Arab’a takviye kuvvet için Türkiye üzerinden geçmesine izin verilen Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi askeri Peşmerge, Türkiye topraklarında adeta “muzaffer bir ordu” gibi karşılandı. Kürdistan bayraklarıyla Mardin’e giren Peşmerge 29 Ekim günü Türkiye topraklarında gövde gösterisi yaptı. Peşmerge’nin geçtiği güzergahlarda adeta resmi geçit havası hakimdi.
            Kuzey Irak Kürtleri biz farkında olmasak da fiilen bağımsızlıklarına kavuştular! Uluslar arasındaki diplomasi trafiği, uluslar arası medyanın Kürdistan yayınları bunu net olarak gösteriyor. Irak’daki otorite boşluğundan faydalanan Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi “bağımsızlık deklarasyonunu” yaptığı an komşumuz Kürdistan olmuş olacak! Üstelik sınırımızdaki Kürdistan AKP hükümetinin verdiği tavizler sağ olsun Türkiye’yi müttefik olarak addediyor! Suriye Kürtleri ise IŞİD ile savaştan galip çıktığı an bağımsızlık ilan edecek kıvamdalar. Suriye’deki otorite boşluğu, Irak’takinden daha uzun süredir devam ediyor ve son IŞİD saldırıları ile uluslar arası basının da yardımıyla ciddi bir milli kimlik edinmiş haldeler! Bu milli kimlik Suriye Kürtlüğü kimliği değil, Büyük Kürdistan(!) milli bilincidir. Kuzey Irak Kürtleri ile Suriye Kürtleri birleştiği an, yani iki parça birleşerek büyük parçayı oluşturduğu an Güneydoğu Anadolu’nun ne halde olacağını siz düşünün! Bu politik atmosferi oluşturan AKP hükümeti, 29 Ekim günü Peşmerge askerine Türkiye topraklarında bu gövde gösterisini yaptırarak hem Batı’nın hayalini kurduğu Türkiye Federasyonuna göz kırptı hem de 91. yılına girdiğimiz Cumhuriyetimizin son 14 yıldır erozyona uğrattıkları değerleriyle bir güzel dalga geçti.
            AKP’nin rejime attığını sandığı bir diğer gol ise Türkiye Cumhurbaşkanlığı adındaki yeni ve bilinmeyen bir makam yaratmak oldu. Cumhuriyet resepsiyonu davetiyelerine Tayyip Erdoğan titrini Türkiye Cumhurbaşkanı olarak yazdırdı, üç senedir devam eden Cumhuriyeti her yerden silme operasyonu devletin en zirvesine taşındı!
            Bir hukuksuzluğun üzerine oturtulmuş, otoriter AKP rejiminin tüm şatafatını ve hırsını mimarisiyle yansıtan AK-SARAY’daki resepsiyon davetiyelerine 89 yıllık Atatürk Orman Çiftliğinin ismi “Baştepe” olarak yazıldı. Atatürk Orman Çiftliği, sit alanı olmasına rağmen içine inşa edilen ucube binanın ardından “resmen” tarihe gömüldü. Eğer, Ermenek’deki maden cinayeti gerçekleşmeseydi 90 yıllık bir Cumhuriyet geleneği yıkılmış olacak, yeni Türkiye’nin ilk cumhuriyet resepsiyonu hukuksuzluk üzerine oturtulmuş bu beton yığınında yapılmış olacaktı. Bir Cumhuriyet geleneği daha böylece yıkılmış olacaktı.
            Balkan ve Kafkasya örneklerini bilen okuyucularımız iyi bilirler ki milli bilinci ve rejimleri yıkmanın birincil silahı politik manevraları destekleyen medya yayınlarıdır. Türkiye’de özellikle son yıllarda hat safhaya ulaşmış, akil insanlar gibi veya AKP’nin kalemşörleri gibi paralı beyin yıkama makinelerinin eylemleri ile televizyonlarda rahatça “Atatürk Türkiye’sinin” bittiği propagandası yapılmakta, “Atatürkçülerin artık rafa kaldırılması gerektiği” gibi söylemler sıklıkla dile getirilmektedir. ABD düşünce kuruluşlarında geliştirilen bu yöntemin adı bizzat Batılılar tarafından saklanmadan söylenen “yumuşak müdahaledir”. Türkiye’yi sarmalına alan ve Atatürk Türkiye’sinin her geçen gün altını oyup, Atatürkçü kesimi inanılmaz baskı altına almayı hedefleyen bu politik manevra kendini 29 Ekim kutlamalarında hiç olmadığı kadar net ve acı biçimde gösterdi. Tarihinde ilk defa Anıtkabir çevresine ziyaretçileri hedef alacak şekilde polis konuşlandırıldı. Anıtkabir girişine TOMA’lar yerleştirildi. Atatürk’ün Laik, demokratik Türkiye’sinin bir bir temel taşları yerinden oynatılırken iktidarın bu gözdağı verir hareketleri Cumhuriyetimizin geldiği korkunç noktayı bizlere gösterdi.
            Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı sıfatıyla ilk kez çıktığı Atatürk’ün huzurunda, cumhuriyet tarihinde ilk kez Anıtkabir özel defterinde Atatürk’ten “siz” diye söz etti! Atatürk’ün adını anmadan Cumhuriyet bayramı kutlama mesajını yazdı. Bu zat kendi lügatinden kaldırdığı Atatürk’ü, bireysel mülkü gibi yönettiği Türkiye Cumhuriyetinden kaldırmaz da ne yapar?
            Cumhuriyetin 91. yılına bu hazin tabloda girdik. 91 yıllık devlet gelenekleri, üniter yapımız ve Atatürk ilkelerini temel aldığımız laik Türkiye Cumhuriyetimiz hiç olmadığı kadar tehlike altında. Ortadoğu’nun lideri olacağını sanarak Batı destekli Arap darbelerinde başrolü oynayan Erdoğan, Batı’nın Ilımlı İslam ideolojisini gemiden atması ile tüm desteğini kaybetti. Arap Baharı ile iktidara gelmiş tüm İslamcı yönetimler bir bir yıkıldı. En son geçtiğimiz pazar Tunus’daki En Nahda iktidarı erken seçim ile devrildi ve AKP Ortadoğu’da iktidarda kalmış tek İslamcı hükümet olarak kaldı! Ben kendi adıma Erdoğan ve hükümetini analizlerimle uyarmıştım. AKP’den sonraki hükümet de Türkiye için çok parlak olmayacak. 14 yıldır gelinen süreçte üniter ve laik yapının yıkılması noktasına geldik. Bir yol kazasında daha ülkenin eski yapısını korumaya gücü yok! Hele de halk “öncekileri denedik de ne oldu, bir de bunu deneyelim” dediği an eskisinden daha iyisiyle karşılaşmayacağız. Ancak 91. yıl kutlamalarında sokaklarda gördüğüm kalabalıklar, insanların kararlılığı ve Cumhuriyete duydukları sevgi umut vericiydi. Yumuşak müdahalenin bir tezahürü olarak kendimizi sayıca az görmek, güçsüz ve tükenmiş görmek içine düşülecek en büyük yanlış. Çok kalabalığız ve her zaman olduğu gibi fazlayız. Cumhuriyeti ve ülkenin bütünlüğünü koruyacak olan demokrasi bilincine erişmiş, millet olmanın ne demek olduğunu bilen güçlü Türk halkıdır!
            Cumhuriyetimizin 91. yılı umutlu ve kutlu olsun!

                                                                                                                     Gündem Gazetesi 31.10.2014

24 Ekim 2014 Cuma

AKİL PİŞKİNLİĞİ YENİDEN SAHNEDE




            Kobani için AKP hükümeti ve koalisyonun başı ABD’nin karşılıklı blöflerinin ardından mutabakata varıldı. AKP, kendince siyasi ömrü için bir yaşam sahası açarken ABD, çıkarları amacıyla müdahale edilmesini istediği Kobani için rahat bir nefes aldı. Koridor açılması için ve Türkiye’nin meclisten geçen tezkereyi uygulamaya koyması için tamamen karanlık ellerce ( koalisyonun başı) sokağa çıkartılan bazı Kürt vatandaşlar provokasyon dolu eylemlere kalkan oldu, AKP hükümeti ise sokağa inen vatandaşlara, onları sokağa çıkaranlara blöf için insanlık dışı müdahalede bulundu. Öte yandan protestolar boyunca “derin devletin” de parmağı bariz bir şekilde sallandı. Bugün Kobani için nihai mutabakat ( şimdilik) sağlanmış durumda. Ancak AKP hükümeti bu süreçte taviz verdiklerini fena halde kızdırdı, sözünü verdiği tavizleri uygulamayacakmış gibi bir imaj çizdi.
            Kürt sorununun bıçak sırtı bir hal aldığı; Türk olmak, ırkçılık, milliyetçilik ve devlet kavramlarının manipüle edilerek muhalifleri sindirme yoluyla uygulanan açılım sürecinin devamı için AKP hükümeti çalışmalarını tekrardan başlattı ve sahneye “akil insanları” yeniden sürdü.
            Kürt sorununun dallanıp budaklanmasına sebep olan Kürt olmak-PKK’lı olmak ayrımı gözetilmeksizin izlenen yanlış politikalar açılım sürecinde de birebir uygulanıyor. Bu kez masa üzerinde yapılan bu uygulama açıktır ki Kürtlere demokratik ve insan hakları çerçevesindeki haklarını vermek yerine Türkiye’nin bölünmesine ve çözülmesine sebep olacaktır. Bugün yapılan açılımın amacı gerçekten Kürt halkının taleplerine, isteklerine ve sorunlarına tatmin edici cevaplar vermek ve çözümler bulmak olsaydı kapsayıcı ve ciddi sosyolojik araştırmalar yapılır ve sorunun sebeplerine yönelik tarihsel, sosyo-kültürel, demografik veriler toplanırdı. Hükümet açılım adına bunların hiçbirini yapmadı. Türkiye’nin yakın tarihinde uygulanan yanlış terörle mücadele tekniklerinin doğurduğu sorunlar ve devlet ideolojisi halini almış ve medyaca hepimize pompalanmış “Kürtler bölücüdür” algısıyla Kürt halkının bütününü PKK sempatizanı gösteren tutumun doğurduğu Kürtlerin “temsilcisi PKK’dır” anlayışı açılımda birebir kullanılıyor. Tarihsel bir yanlış üzerinden çözüm gelmeyeceği çok bellidir. Bugün artık İmralı-MİT-PKK üçgeninde devam eden pazarlıklar gizlenmemektedir. Açılımın Kürtler ile değil PKK-Hükümet arasında yapıldığı hepimizin bildiği ve gizlenmeyen bir gerçektir. Oysaki daha 90’lı yıllarda TOBB’liğinin o güne değin ilk olma özelliği taşıyan Kürt sorunu hakkında yaptırdığı akademik çalışma bizlere şu sonuçları göstermişti ki Kürt halkının Türkiye’den ayrılmak, bağımsızlık ilan etmek gibi istekleri yoktu. PKK’yı ise kendi temsilcileri olarak görmüyorlardı. Tek talepleri eşit yurttaşlık hakkı ve devletin terörle mücadele adına kendilerine karşı yaptığı kötü muamelenin son bulmasıydı. O dönemde ve şimdi Kürt halkının PKK’ya bakışı ve istekleri TOBB raporundaki gibi iken ve PKK’nın derdi ülkeyi bölmek iken bugün açılımın Kürt halkının tabanıyla değil de Öcalan ve PKK ile yapılmasının hangi sonuçları doğuracağı ve neye hizmet ettiği açıktır. Açılım sürecinin şeffaf olmaması, kimseye nitelikli bilgiler verilmemesi de bundandır!
            Akil insanlar bu açılımın kenar süsü niteliğindedir. Girişilen ve su götürmez şekilde neye hizmet ettiği belli olan açılımda “halka inildiği” imajının çizilmesi ve kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıkların perdelenmesi adına kendilerine verilen senaryoları halka okumaları için oluşturulmuş piyonlardır. Açılım adı altında İmralı ile yapılan görüşmeler, MİT’in Kandile taşıdığı zarflardan; kısaca açılımın bütününden bu Akil İnsan adı verilen heyetin ne kadar haberi var? Kendilerine verilen senaryoları okudukları halk toplantılarında Türk bayraklarının polislerce toplatılması, salonlardan insanların atılması neye hizmet ediyor?
            Reyhanlı saldırısı sonrası uluslar arasında AKP hükümetinin girdiği bunalımda rafa kaldırılan Akillerin işlevsizliği, tüm insan hakları, insani değer ve demokrasinin katledildiği Gezi Parkı Ayaklanması boyunca sustuklarında, 2013 Eylül olaylarında, Berkin Elvan olayları ve Kobani blöfünde ortaya çıkmıştır. Kendilerini Akil sanan bu insanların rafa kaldırılıp, sözde savundukları özgürlük ve demokrasinin katledilmesi sırasında seslerinin kesilmelerini içlerine nasıl sindirdikleri ise merak konusu! Aydın olmanın sorumluluğu egemenler “konuş” diyince kendilerine verilen senaryoyu okumak mıdır, yoksa bağımsız ve tarafsızca halka öncülük etmek midir? 

                                                                                                                     Gündem Gazetesi 24.10.2014

17 Ekim 2014 Cuma

KOBANİ’DEKİ TÜRKİYE ENGELİ KALKTI



Geçtiğimiz hafta sonundan itibaren provokasyon dolu ve eski suikast geleneğini geri getiren, derin devletin de sahneye tekrar çıktığı izlenimini veren mesajlarla dolu Kobani  eylemleri son buldu. 40’a yakın kişi can vermesine rağmen olaylar bıçak ile kesilmiş gibi birden bitti. Aynı zamanda bu hafta başından itibaren Kobani hakkında gerek ulusal gerek de uluslar arasında basında çıkan panik yaratıcı, Erdoğan hükümetini Kobani’ye müdahaleye zorlamak amacıyla kamuoyu oluşturmayı hedefleyen haberler birden bitti. Üstelik bu hafta itibariyle IŞİD, Kobani’deki stratejik binaların bazılarını ele geçirmiş vaziyette, bölgede kent savaşı başlamış durumda ve yerel kaynaklara göre IŞİD Kobani’ye daha çok militan yığmaya başlamış halde!
Değerli okurlar, Kobani denkleminde gerek AKP hükümeti gerek de Koalisyon kuvvetleri mutabakata vardılar. Geçen hafta sizlerle paylaştığım üzere Kobani denkleminde AKP hükümeti kendine hiçbir seçme şansı verilmeyişi üzerinden Kobani için çıkartılan tezkerenin uygulanması için ılımlı İslamcı teröristlerin tekrardan eğitilmesini ve Suriye’deki Esad yönetiminin devrilmesini ön şart olarak koşmuştu. Ancak “uluslar arası camia” tarafından gemiden atılan, tüm desteğini kaybeden ve “iç siyasetteki propagandası ile dış politikasını Esad’ın devrilmesi üzerine kuran Erdoğan yönetimine” eski desteği tekrar verme manası taşıyan bu dayatmaya Batı çok katı bir biçimde “hayır” demişti. Erdoğan’ın diretmesi üzerine ise batı etnik kimlik kartını sahneye koymuştu. Ancak olaylar evrildi, Batı için Kobani müdahalesi öncesi Türkiye’de göze alınmayacak boyutlara geldi ve “ılımlı İslamcı muhalifleri ( aslında silahlı terör gruplarını) eğitme şartı” koalisyonun başı ABD tarafından kabul edildi. Bu, Erdoğan’ın iktidarını devam ettirmesi için Batıya karşı başarısı niteliğindedir. Esad yönetimine müdahale konusunda çok net bir tavra sahip koalisyon ülkeleri için Erdoğan hükümetiyle “kazan-kazan” taktiği ile mutabakata vardı. Ilımlı İslamcı muhaliflerin eğitilmesi ve silah yardımı yapılması karşılığında Türkiye’nin tezkereyi uygulaması için müzakereler sürüyor. Bu sebepledir ki gerek provokasyon dolu Kobani eylemleri gerek de medyadaki panik yaratıcı Kobani haberleri birden bitmiştir. Zira, Kobani’ye koalisyon müdahalesi gerek Türkiye kamuoyunda gerek de uluslar arası kamuoyunda vicdanlardaki meşruiyetini almış, Türkiye’nin müdahale konusunda ön şartlarından birinin kabul edilip konuda mutabakata varılması ile de provokasyon dolu ve Batının parmağının olduğu eylemler son bulmuştur. Halen devam eden eylemler ise kitlesel olmamakla birlikte en barışçıl ve sivil olanlarıdır! Medya’daki haberler ise bölgedeki durumu kısaca anlatan kuru haber metinleri halini alıvermiştir.
Bu mutabakata göre Erdoğan’ın isteklerinden güvenli bölge ve Esad yönetiminin devrilmesi Batı tarafından kabul edilmedi. Ancak Erdoğan’a karşı bu konularda çok sert ve net tavır sergileyen Batı’nın “Ilımlı Muhalifleri” destekleme şartını kabul etmesi bile Erdoğan’a iktidara daha sıkı tutunduğunu hissettirir nitelikte. AKP Hükümetinin de Batı’nın da kendilerinden taviz vererek orta yol bulmasında sorun çıkarabilecek noktalar da var. Artık Esad yönetimine karşı bir politika izlemeyen ve yaklaşık bir buçuk sene önce Esad’a karşı savaşan ılımlı İslamcı tüm muhaliflere desteği kesen Batının Suriye’deki ılımlı İslamcı muhaliflere temkinli yaklaşacağı daha şimdiden belli. Zaten ılımlı islam politikasından vazgeçen Batının, Ilımlı İslamcı Suriye Muhalefetini çok sıkı kontrol altında tutarak ve Türkiye’de eğitme şartıyla belli miktarlarda silahlandırarak sahaya süreceği gayet açık. IŞİD’e karşı mücadele ederken tekrardan radikalizmle sonuçlanmış bir ılımlı islam grubu yaratma niyetinde olmayan Batı’nın bu tutumu, Ilımlı İslamcı Muhalifleri silahlandırıp, eğiterek ucunun Esad yönetimine dokunacağını hesaplayan AKP ile yeni görüş ayrılıkları ve marazlar doğurabilir. Bu konuda açıklama yapan Obama “Türkiye’nin Ilımlı Muhalifleri ‘kendi topraklarında’ eğitme istekliliğini anlayışla karşılıyoruz. Türkiye, ülkelerindeki şiddetten kaçan ihtiyaç sahibi Suriyelilere en az herkes kadar insani yardımda bulundu. Türkiye’nin bu sorunun çözülmesinde birçok çıkarı olduğuna şüphe yok ve biz Türkiye ile çalışmaktan memnunuz” dedi. Türk medyasında bu haber “Obama’dan Türkiye’ye övgüler” şeklinde verilse de bu konuşmanın altında ciddi mesajlar var! Obama bu sözleri ile zaten antlaşmalarda belirtilen azami yaşam şartlarını mültecilere sağlayamayan Türkiye’nin bir milyonun üzerindeki Suriyeli mülteciye bir süre sonra bakamayacağını ve ekonomik açıdan ciddi bir dar boğaza girebileceğini Erdoğan’a süslü bir dil ile iğneliyor. Türkiye’nin Suriye’deki sorunun bitmesinde çıkarları olduğunu hatırlatan Obama, mülteci meselesinin yanı sıra Ortadoğu’daki istikrarsız durumun giderilmemesi durumunda aynı istikrarsızlığın Erdoğan yönetimini vuracağını ima ediyor. Bu sebeple Obama yönetimi, dış işleri sözcüleri ile de Türkiye’ye sürekli göndermeler yaparak biraz tehditvari biraz da tatlı sert “elini çabuk tut” mesajı veriyor! Dış politikada gelinen durumdan dolayı Erdoğan’a üzülecek değiliz. Zira bugüne değin kendisini çok kez Batı ile müttefik olmak konusunda uyarmış, tarihten örnekler vermiştik. Diktatöryal mizacıyla bu yolu seçen Erdoğan şimdi iktidarını ve başkanlık idealini ayakta tutmak adına “Müttefik kuşatması” altında bıraktığı iktidarını ve yeni Türkiye’sini en az hasarla durumdan sıyırmaya uğraşıyor. Süreç karışık ve belirsizliklerle dolu... Eğer Ilımlı müttefikleri eğitme konusunda tam bir mutabakata varılır ise Kobani’ye önümüzdeki günlerde Türk Ordusu tezkere uyarınca karadan harekat düzenleyecektir. Eğer ılımlı muhalifleri eğitme konusunda fikir ayrılıkları daha da belirginleşir ise Türkiye geçtiğimiz haftaki gibi kendisini karışıklık içinde bulabilir, yazılan yeni tiyatroları medyadan abartılı bir biçimde izleyebiliriz. 
                                                                                                         Gündem Gazetesi 17.10.2014

8 Ekim 2014 Çarşamba

NEDEN KOBANİ?




         Suriye’de iç savaş başladığından beri birçok kent, birçok kasaba ve birçok köy Ayn El-Arab (Kobani) ile aynı kaderi paylaştı. Hepsi önce kuşatıldı, sonra kent savaşı başladı ve IŞİD tarafından işgal edildi. Ortadoğu’daki güç dengeleri çok karmaşık ve patlamaya hazırdır değerli okurlar. Geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi hele de sıcak savaş ve algı savaşı bir arada yürüyorsa iş daha da karmaşık hal alır. Bir iç savaş olarak başlayan ve küresel bir sorun halini alan IŞİD teröründe ciddi bir algı savaşı da var. Dün düşman olarak görülen Esad yönetimi bugün düşman listesinden çıkartılmış gibi gösteriliyor. Diğer yandan IŞİD ile savaşan PYD ( Suriye Kürtlerinin milis gücü) dün Esad yönetiminin yanında yer aldığı için düşmandı, bugün ise dost ilan edilmiş gibi bir algı yaratıldı. Diğer yandan dün hepimizin gözleri önünde silah, gıda, tıbbi malzeme yardımı yapılan IŞİD bugün düşman ilan edildi. Hepsinin temelinde politik çıkarlarla birlikte bu çıkarların elde edilmesinde piyon olarak kullanılan etnik ve mezhepsel temelde bölünmüş halklar var.
            Ortadoğu 3 yılı aşkın süredir İslami terör ile çalkalanırken neden kıyamet Ayn El-Arab ile koptu? Bakın, niyetim ölü yarıştırmak, etnik veya mezhepsel temelde bölücü bir tutum sergilemek değil. Ancak şu bir gerçek ki Arap Baharı’nın başından bu yana çıkarları için adım atan, taraf tutan ve bu uğurda devletleri darbelere ve iç savaşlara sürükleyen Batı niçin Ayn El-Arab’da insanlık havarisine dönüşüverdi? Bugüne değin Irak ve Suriye’de IŞİD işgaline uğrayan yerleşim birimleri ve geride yüz binlerce ölü bırakan hadiselere niçin sessiz kalındı? Birden bire koalisyonlar kuruldu, tezkereler çıkartıldı. IŞİD ancak şimdi mi bölgesel ve küresel bir tehdit olarak algılanmaya başladı? Hadisenin vitamini Ayn EL-Arab’da olmadığına göre, bugüne kadar ki Ortadoğu tecrübeleriyle sabit işin vitamini kanlı parada ve politik çıkarlardadır. Hayır, Kobane giderse diğer 3 Kürt kantonu da zayıflayacak bahanesi doğru değil, zaten IŞİD’in Suriye’deki hakimiyet alanına bakıldığında sözü geçen üç kanton da kuşatma altında, bağlantıları neredeyse yok. Eğer IŞİD ABD’nin kontrolünden bu denli çıkmasaydı ve Kuzey Suriye ile Kuzey Irak’ta IŞİD’in ele geçirdiği petrol rafineleri birileri için kırmızı alarm vermeseydi ve sözde Bağımsız Kürdistan hayali batı için tehlikede olmasaydı hiç birimizin Ayn El-Arab’da yaşananlardan haberi olmayacaktı. Üç yılı aşkın süredir Suriye’de ve son dönemde Irak’ta devam eden iç savaşta Şii, Alevi, Arap, Kürt ve Süryanilere yapılan diğer katliamlar gibi bu da duyulmadan geçecekti. Ancak gelin görün ki bölgedeki politik durum alarm verdiği için ABD’nin başını çektiği bir koalisyon kuruldu. Bölgeye yapılacak müdahalenin dünya kamuoyunda ve halkların vicdanında bir nevi meşruiyet kazanması için gerek ulusal gerek de uluslar arası medyada konu pompalandı. Ayn El-Arab duruma el atmanın bahanesi, insani hiçbir amacı yok. Kuşatma altındaki Ayn El-Arab’a bomba atan ABD ve Hollanda uçaklarının “dostlar iş başında görsün” mantığındaki operasyonları da bunun en sıcak kanıtıdır.
            AKP için ise tezkere başka anlamlar taşıyor. Bakın, Tayyip Erdoğan’ın katıldığı BM toplantısı ve ABD ziyareti boyunca yaşadıkları ve son bir yıldır gerek batılı ülkelerin gerek de medyanın kendisine aldığı tavır net! Erdoğan batıya verdiği onca tavizin ardından “istenmeyen adam” ilan edildi. Bu noktaya geleceği belliydi, geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi bu durum şaşırtıcı değil. Erdoğan ABD’den dönerken kendisine tezkere konusunda bir seçme şansı verilmedi. Erdoğan ise koalisyonun bu durumunu kar sağlama amacıyla kullanmaya çalışıyor. Erdoğan’ın amacı daha önce yalnız bırakıldığı ve zamanında tüm dış politikasını ve siyasi propagandasını üzerine yatırdığı Esad yönetiminin gitmesi. Diğer isteği ise yine yalnız bırakıldığı konulardan diğer olan Suriyeli muhaliflerin tekrardan desteklenmesi. Bu konuda ABD’ye meydan okuyor. Bu iş hava saldırısıyla bitmez şeklinde ABD’yi köşeye sıkıştırmaya çalışan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tezkere’de ucu açık bırakılan “yabancı silahlı kuvvetler” ibaresini ABD’ye meydan okurken şu şekilde dolduruyor; O bölgeye paralel güvenli bölge ilan edilmesi lazım. Ve eğit donat anlayışıyla Suriye'de ve Irak'ta ılımlı muhalif kesimin hem eğitilmesi hem donatılması lazım.” Ilımlı İslamcı Milis Güçleri isimlerini zikretmeden bu şekilde ifade eden Erdoğan kısaca yalnız bırakıldığı Ortadoğu konusunda eski politikasının desteklenmesi şartını koşuyor. Geçtiğimiz Salı günü ABD dışişleri sözcüsü ise Erdoğan’ın sunduğu bu şartların kabul edilmeyeceğini net bir dille söyledi. ABD, hiçbir seçme şansı sunmadığı, diplomatik dil ve tavırla neredeyse “ya plana sadık kal ya da iktidarın gider” anlamı taşıyan hareketlerinin ardından “etnik kimlik” kartını kullanmaya başladı. HDP öncülüğünde Kürt kökenli vatandaşlar sokaklara döküldü. Ben yazıyı kaleme aldığım saatlerde Diyarbakır, Van, Mardin, Batman ve Siirt kent merkezleri ile Dargeçit, Derik, Kızıltepe, Nusaybin, Mazıdağı, Ömerli, Savur, Erciş ve Kurtalan ilçelerinde sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Türkiye’deki “Kobani” eylemlerindeki ölü sayısı ise 12’ye ulaştı. Üstelik Hizbullah’ın yeni versiyonu olarak anılan HÜDAPAR’ın Twitter hesabından paylaşılan ve ölülerde parmakları olduğunu duyuran resimler, kontrgerillanın tekrar hortladığı şeklinde yorumlara sebep oluyor. ABD’nin bu etnik kartı kullanmasına Erdoğan “Bizi Kobani’ye yardım etmezsek ‘barış sürecinin’ biteceğiyle ilgili tehdit ediyorlar” şeklinde yanıt verdi.
            Kobani insani ve askeri yardım beklerken güçlerin yaptırım mücadelesi altında eziliyor. Tayyip Erdoğan iktidarını sağlamlaştırmaya çalışırken ABD bölgedeki politik ve ekonomik çıkarlarını gözetiyor. 

                                                                                                                     Gündem Gazetesi 09.10.2014

3 Ekim 2014 Cuma

IŞİD TEZKERESİ




            Değil Suriye’deki iç savaş, daha Arap Baharı başladığından bu yana batı tarafından dikte edilen ve AKP hükümeti tarafından izlenen Ortadoğu politikasının Türkiye’ye geri dönülmez zararlar vereceğini yazmıştım. Elbette ki bunu tek öngören ben değildim ancak Türkiye kamuoyunda ilk yazanlardandım. Konu büyüdükçe, Erdoğan’ın popüleritesi ve yeni Osmanlı padişahı imajı artsın diye basına Arap Baharı haberleri pompalandıkça konuya ilgi arttı. Birçok aklıselim köşe yazarı da Erdoğan’ı ve peşinden giden insan yığınlarını uyardı. Ancak nafile! Ortadoğu’da bütün dengelerin kabuğu kırıldı. Ortadoğu karman çorman, barışa kavuşması yakın tarih için neredeyse imkansız bir yer haline geldi. Artık yazmaya gerek yok, çoğunuz Ortadoğu’daki bu tablonun nasıl ve ne şekilde AKP ürünü olduğunu biliyorsunuz. Bugün en uzun kara sınırını paylaştığımız Suriye içindeki küçük terör gruplarının ve Suriye’deki kaos ortamının bize olumsuz etkileri çok olacak. Besleyip büyütürken “Türkiye’yi Pakistanla aynı kadere sürükleyeceğini” yazdığımız IŞİD’in etkileri belki de  önümüzdeki on sene boyunca sürecek. Bugün müttefik devletlerin bir koalisyon kurarak IŞİD’i vurması gündemde. Türkiye’de tezkere görüşülüyor. Belki de yazı baskıya girdiğinde tezkere çıkmış olacak. Ancak gerçek şu ki IŞİD’i bitirmek bugünden bakarsak imkansız. IŞİD’in kurulduğu coğrafya zaten devlet otoritelerinin zayıf olduğu bir coğrafya. Suriye’deki iç savaş ve Irak’ın içinde bulunduğu ortam göz önüne alındığında IŞİD’in buralarda ne kadar kök saldığını tahayyül dahi edemeyiz. Arap Baharı darbelerinde Türkiye oynadığı rol gereği bu coğrafya ile sınırlarını eritti. Batı bloğunun taraf değiştirmesi ve Ortadoğu batağında Türkiye’yi bu bela ile yalnız bırakması akabinde teröristlerin şehir değiştirir gibi Türkiye’ye nasıl girip çıktıklarını batı medyasından izledik. Dün “şeffaf demokrasi” adına Genelkurmayın kozmik odalarına girenlerin bugün bu bölgelere giden şaibeli tırları nasıl aratmadığını ve halktan gerçekleri saklayışına tanık olduk. Başta İstanbul olmak üzere birçok büyük kent ve özellikle doğuda ilçelerde dahi IŞİD militanlarının “cihat yapmak” için nasıl toplandığını New York Times’dan okuyor, basına sızan Alman istihbarat raporlarından görüyoruz. IŞİD, Suriye ve Irak içinde ne kadar derin bir ağa sahipse Türkiye içinde de o kadar büyük bir ağa sahip. Üstelik, IŞİD’in hakimiyet alanının düzenli bir devlet geleneğinde olmadığı ve düzenli bir orduya sahip olmadığını da göz önüne aldığımızda Batı Bloğunun Türkiye’yi de dahil ederek kurduğu koalisyon kuvvetlerinin IŞİD’i bitirmede hiçbir başarı elde edemeyeceği açık. Bugün kendini bir “devlet” olarak adlandırabilecek güçte ve hakimiyet alanına sahip bir terör örgütü bu tarz bir müdahalede ancak ve ancak zayıflatılabilir. Kalan kırıntıları ise Türkiye’yi kana bulamaya; kaos ortamına sürüklemeye; siyasi, sosyal ve ekonomik refahını tehdit etmeye yetecek ölçekte olacaktır.
            ABD Arap Baharı’nda piyon olarak kullandığı birçok siyasal İslamcı grup ve terör örgütünün kontrolünü kaybetti. Mısır’da Mursi gitti, Libya’da biz basından bu kez duymasak da yeni bir iç savaş mevcut. Tunus’da ise AKP’nin kopyası En Nahda iktidarı sallantıda! IŞİD ise ABD’nin başta petrol rafineleri ve Bağımsız Kürt Devleti çıkarlarını tehdit eder halde. 80’li yıllardan beri aşina olduğumuz yeşil kuşak veya diğer adıyla siyasal islam ABD için o yıllardakiyle aynı şekilde sonuçlanmış; bu kez de başarısız olunmuştur. ABD menşeli düşünce kuruluşlarından fırlayan Arap Baharı artık bir kenara atılmış, aktörler değiştirilerek yeni “düşmanlar” yaratılmıştır. IŞİD artık koalisyon kuvvetlerinin başını çektiği devletleri en az tehdit eder hale sokulacaktır.
            Tayyip Erdoğan’ı bugüne değin Arap Baharı konusunda, tarihten de ders alması alması için örneklerle uyardık. ABD tarafından çıkarları için kullanılan Rıza Pehlevi, Saddam Hüseyin, Zeynel Bin Abidin, Hüsnü Mübarek gibi zamanı geldiğinde bir köşeye atılacağını söyledik. Öyle de oldu. 2013 yılının başından beri kendisi istenmeyen adam. Tek başında bırakıldığı IŞİD konusunda bu kadar dibe batması, Reyhanlı saldırısı, kendisini yere göğe sığdıramayan batı basının bugün kendisine karşı takındığı tavır, uluslar arası arenada Türkiye’nin imajını yerlerde sürükleyecek kadar yalnız bırakılmış bir lider olarak kalması ve son ABD ziyaretinde yaşadıkları bize yansıyanlardan sadece birkaçı. Ancak AKP hükümeti ve Erdoğan tarihten ders almadığı gibi kendi yakın geçmişlerinden de ders almıyor. ABD ziyaretinden tezkere haberiyle dönen Erdoğan, koalisyonun IŞİD’i vurmasının hemen ardından yine bu gruplarla baş başa kalacağını fark etmiyor.
            AKP hükümeti hemen tezkereye karşı çıkanları ve desteklemeyecek partileri IŞİD’çi ilan etti. Birileri emir verdi, düşman değişti. Tezkere yazısında geçen yıldan farklı olarak “Suriye rejimi” ifadesi kalktı. Artık düşman Esad değil. Tezkerede düşündürücü olan diğer husus ise “Yabancı silahlı kuvvetler” ifadesi. Türkiye toprakları koalisyonun manevra alanı ve lojistik askeri desteği için yabancı askerlere açılıyor. Ancak koalisyon kuvvetlerine hangi ülkelerin katılacağı belli iken tezkere metninde ülke isimlerinin belirtilmemesi, bugün hakimiyet alanı çatışmalarında IŞİD ile savaşan diğer terör örgütlerinin de Türkiye’yi kullanacağı ve burada kamplarda eğitim alıp almayacağı konusunda soru işaretleri bırakıyor! Üstelik koalisyon kuvvetleri IŞİD’e müdahaleyi havadan gerçekleştirecekken Türk askerinin bu bölgeye karadan sokulacak olması Türkiye’nin başında çok büyük dertler açacaktır.
            Kısaca, IŞİD’e karşı kurulan koalisyon kuvvetlerinin bu örgütü tamamen bitirmesi imkansızdır. Ancak ve ancak zayıflatabilir. Türkiye içindeki IŞİD ağı, bizleri yeni bir terör örgütüyle tanıştıracaktır. Yöntemleri ile acımazsızlıklarını gösteren bu örgütün, bu tezkere ile Türkiye kentlerini terör saldırıları ile hedef alması muhtemeldir. Örgütün operasyondan sonra oluşması muhtemel Türkiye kolu, yine muhtemelen daha önce Hizbullah’ta gördüğümüz gibi aydınlarımızı hedef alacaktır. Geçtiğimiz hafta tanık olduğumuz gibi üniversitelerimize sızacaktır. IŞİD’in beslenmesinin akabinde bir de Batı çıkarlarına yetecek kadar küçültülmesi bizim başımıza bela olacaktır.  Ne diğer liderlerden ne de kendi tarihlerinden ders almayan AKP, yine dımdızlak ortada kalacak, kendiyle birlikte bizleri de karanlığın içine itecektir.
            İyi Bayramlar değerli okurlar…

                                                                                                                     Gündem Gazetesi 03.10.2014

30 Eylül 2014 Salı

DÖVME YASAK!





            Siyasal islam unsurlarına demokrasi adı altında serbestiler getirilip dururken, diğer yandan birçok hak ve özgürlük Türk insanının elinden alınmaya devam ediyor. İslam amacıyla demokratikleşirken, demokrasi aracıyla İslamlaşıyoruz. Gelin görün ki getirilen son yasaklardan biri ise DÖVME.
***
Ancak yasaklanan, polislerin 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz’ı katlettiği “dövme fiili” değil!
***
Gözaltında kaybolma tamlamasını dünya literatürüne kazandıran yetenekli(!) polisimizin sorgu sırasında vahşice dövdüğü insanlara da müjde değil bu yasak…
***
Hele sokakta kendisine kimlik soran polislerin gazabına uğrayarak komaya sokulan Yılmaz Kuşçu’nun, parkta şarap içtiği için polisler tarafından dövülerek beyin kanaması geçiren 21 yaşındaki Güney Tuna’nın, Gezi Parkı eylemleri sırasında birçok kentte polis dayağından hastanelik olan on binlerce insanın, Antalya’da bir otoparkta polis tarafından dövülen gençlerin başına gelen şey değil yasaklanan…
***
Adına aldanılmasın, aslında bu yasak devlet tarafından terk edilen, kocaları tarafından dövülen 19 yaşındaki Yeşim Ş’nin, yürüme engelli Yıldız Ü’nün, 16 yaşındaki G.D’nin, 2 aylık hamile Ayşe Ç’nin, 27 yaşındaki Mehtap Ç’nin ve onlar gibi yaşamını yitirmiş veya geri dönülmez zararlar görmüş binlerce Türk kadınının hayatına hiçbir kolaylık da getirmeyecek.
***
Nevşehir’de “HIRSIZ VAR” diye protestoda bulunan İbrahim Alıcı’nın başbakanlık korumaları tarafından dövülmesi, Tayyip Bey’in(!) konvoyunu protesto ettikleri öne sürülen 3 kişinin başbakanlık korumalarınca cipe sokulup bir temiz dövülmesi de balkondan ayakkabı kutusu gösteren İzmirli kadının başbakanlık korumalarınca dövülmesi de değil yasaklanan.
***
Başbakan danışmanlarının vatandaşı yere yatırıp dövmesi de yasaklanmadı.
            Hele hele külhan beyi pozlarındaki başbakanın “Yahudi dölü” diyerek vatandaşını dövmesi hiç mi hiç yasaklanmadı!
***
Yasaklanan ne biliyor musunuz? Gençlerin kollarına, vücutlarının farklı yerlerine yaptırdıkları dövmeler… Artık örgün öğretim kurumlarına dövme ile giremeyecekler. Dövmesi olan öğrencilerin derileri mi yüzülecek bilinmez ama insan vücudunun çeşitli yerlerindeki motifler eğitim sistemini çok gerilere götürüyor olsa gerek. Türbana demokrasi adına serbesti getirilirken dövmeye yasağın islam adına getirildiği ise aşikar. Malumunuz dövme yaptırınca abdest falan alınmıyormuş ya… Oysa ne garip değil mi? Yukarıda kendilerine abdestli diyenlerin yaptığı korkunçlukları yazdım. Onların yaptıkları halen yasaklanmadı ve yanlarına kar kaldı. O yüzden dövme yaptıran çocuklardan korkmayın abdestsiz kalacak diye, en kötü yukarıdaki ağabeyleri gibi “abdestli” oluverirler!

                                                                                                         Gündem Gazetesi 30.09.2014