30 Ocak 2012 Pazartesi

HANGİ DARBE?


                   
                 Basını takip ediyorum, söylemleri dinliyorum. Bu “12 Eylül” meselesi öyle trajikomik bir hal aldı ki gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum! En çok garibime giden 12 Eylül’de darbe borazancılığı yapan yazarların bugün demokrasi meleği kesilmeleri! O gün ile bugün arasında ne değişti, pazarlıkları bu sefer neyi öngörüyor bilinmez…
                Özellikle aşırı islamcı ve “demokrat islamcı” kanadın tepkileri çok yüksek perdeden çıkıyor. Sanki darbe döneminde solcular sorgularda ölmemiş, milliyetçilerin kafatasları kırılmamış ve kendileri bunlara kıyıdan alkış tutup “Çok yaşa Evren Paşa!” dememişler gibi bugün solcu kanadı darbeci, postalcı ilan ettiler. Sol partilere, merkez sola mensup yazarlara ve politikacılara, hatta bazı sosyal demokratlara darbeci oldukları, darbecileri savundukları, her televizyon programında, her platformda, hatta meclisteki konuşmalarda bile söyleniyor. Hem de bunu öyle kendilerinden emin, yüksek perdeden ve ısrarla söylüyorlar ki bu suçlama neredeyse sol kanadın üzerine yapışıp kaldı. Halk söylenenlere sanki kendileri de o dönemi yaşamamışlar gibi itimat ediyor. Hepsi darbeci olarak suçlanıyorlar. Ben o dönemi görmedim de yaşamadım da…  Ama çok okudum çok araştırdım. Sizlerin de birçoğu o dönemi yaşamıştır. Solcular ve milliyetçiler işkenceler görürken, hapishanelere doldurulurken islamcı hareketlerin ve irticai faaliyetlerin ne kadar desteklendiğini, arttığını hatırlarsınız.
                İhtilalden sonraki siyasi süreçte irticai faaliyetlere göz yumulmuş, cemaatler desteklenmiş, amacı kuran öğretmek değil, beyin yıkamak olan “Kuran kurslarının” açılmasına hız verilmiş, İmam Hatip Liseleri çoğaltılmıştı. Kenan Evren “Ben müslüman laikim” diyerek İslamlaşma hareketine ön ayak olmuştu. Bugün sesi çok yüksek perdeden çıkarak darbeleri eleştiren İslamcı demokrat ve aşırı İslamcı yazarlar herhalde o günlerde darbelerin getirdiklerinden nemalandıklarını “unutmuşlar(!)”…
                Dönemin CIA Türkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze “Bizim çocuklar başardı” derken sadece darbeden değil; İran, Afganistan ve Türkiye’nin içinde olduğu yeşil kuşak projesine atılan adımın başarısından bahsetmiştir. İran ve Afganistan’a bakarsanız İslami devrimlerin ve İslami hareketlerin yakın tarihlerde yaşandığını görürsünüz. Zaten o gün darbecilerden destek gören, bugün darbecilere perdenin önünden demedik bırakmayan görüş yine Amerika’nın amaçlarına hizmet eden Büyük Ortadoğu Projesinin koordinasyonunu da üstleniştir.
                Bugün sokaklarda asker olmasa da demokrasi kesintiye uğramamış gibi görünse de darbe dönemlerini aratmayan bir baskı da mevcut ki herkes bunu görebilir. Yazarlar yazdıklarında özgür değil, basın yaptığı haberlerde tarafsız değil, cezaevlerinde suçlarını bilmeyen bir sürü muhalif...
                Peki konu 12 Eylül oldu mu mangalda kül bırakmayan, demokrasinin kesintiye uğramasında asla toleransı olmayan kanat niçin bu duruma bir dur diyeceğine destek veriyor?
                Bugün verilen tepkilerin, yazılanların, çizilenlerin, atılan çamurların hiçbir inandırıcılığı ve samimiyeti yoktur. Dönemi yaşayanlar kısaca hafızalarını zorlarlarsa, dönemi görmeyenler de kısa bir araştırma ile dönemi öğrenirlerse bugün medyada çekilen filmin içi boşluklarla dolu senaryolardan ibaret olduğunu anlarlar. Türk insanı bu çelişkileri görebilmeli, bunlara bir dur diyebilmeli. Sol kanat darbeci diye lekelenirken bunlara itimat etmemeli, bugünkü sürecin farkına varabilmeli…   



                                                                                                                                       Çanakkale Haber Gazetesi 30.01.2012         

16 Ocak 2012 Pazartesi

GENÇLİĞİN GÜCÜNÜ UNUTMUŞLAR!



                Cumhuriyet rejimi, devrim tarihi ve Atatürk ilkelerinin yarattığı hazımsızlık katlanarak devam ediyor. Yasa değişiklikleri, atamalar, usulsüz uygulamalar, yargıya, medyaya ve muhalefete vurulan kelepçeler, orduyu yıpratma operasyonları hızla devam ediyor, amacına ulaşıyor. Sıra insanların zihninden, kalbinden, ideolojilerinden Atatürk ilkelerini, Atatürk sevgisini, bağımsızlık anlayışını, demokrasiyi, laikliği tahrip etmeye geldi.
                Önce Atatürk’ün öncülüğünde yapılan milli mücadeleye leke sürülmeye başlandı. Ardı ardına yapılan devrimlere çamur atılmaya, Türkiye Cumhuriyetinin temellerine dinamit döşenmeye başlandı. Tarih manipüle edildi, değiştirildi, uygun(!) bir şekilde baştan yazıldı. Atatürk; yıpratılmaya, lekelenmeye çalışıldı, itibarı yok edilmek için saldırılara uğradı. Düşünce özgürlüğü diyerek “Atatürk’e küfür etme” modası başlatıldı. Müfredattan Atatürk ilkeleri çıkarıldı… Kısaca operasyonun halk kanadı başladı. Amaç Mustafa Kemal’i, kurduğu laik cumhuriyeti gözden düşürmek, halkın zihninden silmek, kalbinden çıkarmaktı.
                Sıra milli bayramlara geldi. Önce Cumhuriyet Bayramına saldırıldı, insanların Cumhuriyet coşkusu kursaklarında kaldı. Halka rejimlerinin bayramı kutlatılmadı! Yas nedeniyle bayram iptal edilirken Başbakan, muhafazakar sosyetenin düğünlerinde nikah şahitliği yaptı, Cumhurbaşkanı Hürriyetin resepsiyonunda kahkahalar attı!
                Şimdi sıra Emperyalizmle mücadelenin başladığı; yıllarca biat kültürüyle yetişmiş insanları esaretten kurtaran ilk adımın atıldığı güne geldi! Atatürk’ün biz gençlere bizzat armağan ettiği en önemlisi de bu coğrafyada bağımsızca yaşamamızı sağlayan bayrama geldi. Derslerden kopma, hava şartları hepsi bahane! 19 Mayıs’ın asıl suçu etekli, taytlı kızların stadyumlarda yürümesi, kızlar ve erkeklerin tango dansları yapması, gençlerin Atatürk sevgilerini haykırması, çizilen çağdaş ve modern gelecek tablosu!
                Eskiden beri 23 Nisan’ın ve 19 Mayıs’ın kutlama şeklini eleştirmişimdir. “Çocuklara ve gençlere armağan edilen bu bayramlar niçin çocuklara ve gençlere eziyet haline getiriliyor” diye. Şölenler düzenlenmeli; konserler, resitaller verilmeli, film gösterimleri, dans gösterileri, yarışmalar, geziler düzenlenmeli… 23 Nisan ve 19 Mayıs böyle kutlanmalı.
                Ancak Akp’nin hayalinde yine Atatürk ilkelerini, Atatürk’ü ve devrimlerini kalpten silmek; halka, gençlere bizzat Atatürk’ten armağan edilmiş bir bayramı kutlatmamak var! Yayınlanan genelgede “farklı fon ve temalarda” yapılacak kutlamalar açıkça yasaklanıyor. Yani gençlerin iyiliği(!) düşünülürken ve çarpık bir kutlama formatı değiştirilirken yerine daha iyisi getirilmiyor. 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı okullarda yapılacak yarım saatlik kutlamalara hapsediliyor. Ekonomik durumu nedeniyle okula gidemeyen gençler, sokaktaki vatandaş 19 Mayıs’tan hiçbir şey anlamayacak, gün alelade bir şekilde son bulacak. Halkın kalbinden 19 Mayıs coşkusu da silinecek!
                Kimse şunu unutmasın ki gençler olarak Atatürk’ün bize bizzat armağan ettiği 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramını okullardaki yarım saatlik, göstermelik programlarla kutlamayacağız! Atatürk’e ve onun emperyalizmle mücadelesine gönül vermiş herkesle 19 Mayıs günü sokaklara dökülüp “bayramımızı” kutlayacağız. Atatürk’ün kalbimizden asla silinmeyeceği, mirasını büyük bir hassasiyetle koruduğumuzu hatırlatacağız! Bir daha hiçbir bayramı da yasaklatmayacağız!
                
                                                                                                            Çanakkale Haber Gazetesi 16.01.2012

İLERİ DEMOKRASİNİN AK PERDESİ



                Basının bir ülkede üstlendiği rol çok hayatidir. Basın kitlelere ulaşmanın en kolay ve etkili yoludur. Genellikle Türkiye’de vatandaşlar olup bitenleri, hukuk sistemini, demokrasinin işleyişini basından öğrenir. Ancak basına perde indirildiği zaman insanlar perdenin önünde “gösterilene” odaklanır, gerçekleri göremezler. Basın tutuklu olursa zihinler tutuklu olur, basın yoluyla takip edilen gündem, hukuk sistemi, demokrasi yok ediliverir.
                Türkiye’de bu oyun açık seçik oynanıyor. Medyada bitaraf olmayanlar bertaraf ediliyor. Gazeteciler cezaevlerinde suçlarını bilmeden tutuluyor delil olmaksızın yargılanıyorlar. Yıllarca mahkeme önüne çıkarılmıyorlar. Düşüncelerinden, muhalif yazılarından yargılanıyor; iktidara yalaka olmadıkları için, iktidarın dikte ettiklerini yazmadıkları için her şeyden önce “TARAF” olmadıkları için yargılanıyorlar.
                 Bu ortam tabi ki “dışarıdaki” muhalif gazetecilere bir gözdağı. “Sıra size de gelebilir” tehdidinin açık seçik örneği. Onlar her ne kadar serbest olsa da kalemleri tutuklu, düşünceleri suçlu! Binlerce gazeteci hakkında davalar açıldı, binlercesinin odasına maliye baskınları yapıldı. Hükümetten ardı ardına gelen tehditlerden cesaretleri, yani kalemleri kırıldı!
                İleri demokrasi geliyor, darbe dönemleri sona eriyor çığlıkları atılsa da basına uygulanan baskının darbe dönemlerinden farklı olmadığı çok açık. Gazetecilerin düşüncelerinden yargılanması, kılıflar uydurularak tutuklanması, anti demokratik biçimde yargılanmaları ve her türlü kanun hükümlerinin, uluslar arası sözleşmelerin hiçe sayılması hangi ileri demokraside vardır?
                İfade özgürlüğünün Atatürk’e küfür etmekle, Atatürk devrimlerini karalamakla, tarihe çamur atmakla sınırlı olduğu bir ülkede insanlardan özgür iradeyle karar vermeleri beklenemez. Gazetecilerden radikal İslamcı olan kanat yüceltilirken, laik düşüncede olanlar bertaraf ediliyor. İnsanların bilinçleri şekillendiriliyor, hafızaları siliniyor.
                İnsanlar tepkilerini ifade dahi edemiyor. Buna ne ortam sağlanıyor ne de fırsat veriliyor. Tepki gösterilecek bir olay yaşandığında insanlar tepki gösteremeden bir yenisi patlak veriyor. Zihinler karmaşa içinde kalıyor, hafızalar siliniyor…
                Düşüncelerin özgür olmadığı bir ülkede basından, basının özgür olmadığı bir ülkede de demokrasiden söz edilemez. Gazetecilerin baskı altına alındığı bir ortamda yine de düşüncelerini ifade etmekten korkmayan, kalemini tutuklatmayan tüm Gazeteciler Günü kutlu olsun…

                                                                                                           Çanakkale Haber Gazetesi 09.01.2012

GELİRKEN BİRAZ DA BARIŞ GETİR E Mİ 2012!



                Çok garip bir yılı geride bıraktık… Bir yanda Arap Baharı yaşandı, diğer yanda ucubeleri(!) yıktık… Bir yanda acı bir deprem atlatırken diğer yanda da Cumhuriyet Bayramını kutlamadan atlattık! 25 şehit birden verirken, Libya’ya milyon dolarlar akıttık… İleri demokrasi tekrar iktidara gelirken, 94 gazeteciyi içeri tıktık… İsrail’e peşi sıra restler çekerken, füze kalkanını da Türkiye’ye yerleştirmeyi unutmadık! Atatürk ilkelerini müfredattan çıkarırken, Arapçayı müfredata sokuverdik…
                Tüm bunlar yaşananların sadece çok azı, ama bizde iz bırakanları! Arap Baharıyla iktidarların, diktatörlerin devrilişlerini izledik. Yıkılmaz denilen diktatörlerin devrilmelerine şahitlik ettik. Amerika’nın dünya siyasetine nasıl yön verdiğini, dünyayı elinde nasıl oynattığını, medya kuruluşlarıyla, uluslar arası fonlarıyla istediğini nasıl elde edebileceğini gördük! İnsan yaşamının, insan iradesinin nasıl da önemsiz olduğunu, bir piyon misali hepimizin nasıl kontrol edildiğini gördük…
                Sanatın değerinin ayaklar altına alındığını, sadece beğenmiyor diye bir başbakanın heykel yıktırışını izledik!
                Van depreminde yardım rezaletine tanıklık ettik. Evsiz kalan binlerce kişiye sadece 490 mevlana evi gönderilişini, geri kalanın o Van ayazında bez çadırlara sokuluşunu izledik…
                Van depremi ve şehit haberleri bahane edilerek Cumhuriyet Bayramı Törenlerinin iptal edilişini, ancak yas tutası gelen Başbakan Erdoğan’ın düğünde nikah şahitliği yaptığını, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Hürriyet Gazetesinin resepsiyonuna katıldığını gördük!
                Ortadoğu’da Amerikan güdümüne giren iktidarların, devrimlerden hemen sonra nasıl İslamlaştığını, Türkiye’nin de eşbaşkan göreviyle Libya’ya milyon dolarlar akıtışını izledik!
                İsrail’e çok esip gürledik ancak başta İsrail’i koruyacak olan NATO füze kalkanını paşa paşa Malatya’ya inşa etmeyi kabul ettik! İran’ın nükleer füzeleri Türkiye üzerinde patlarsa yaşanacak sağlık ve çevre felaketini de düşünemedik! Polonya’nın yaptığı gibi kalkanı reddedemedik…
                Bu yıl da Atatürk ilkelerine yapılan saldırıları izledik. Atatürk ilkelerinin  yıpratılışına, yok edilme çabasına seyirci kaldık…
                Şahitlik ettik, gördük, izledik, tanık olduk, seyirci kaldık, kabul ettik… Evet sadece bunları yaptık. Ne tepkimizi ortaya koyabildik ne de toplanıp “BİZ BURADAYIZ” diyebildik! 2011’i oturduğumuz yerden sessizce geçirdik. Umarım ki 2012’de yaşanan olaylara kayıtsız kalmaz, insanlık onuru adına, yaşananlara sessiz kalmayız.
                2012’nin hepimize barış ve huzur getirmesi dileğiyle…
                                                                                       
                                                                                                        Çanakkale Haber Gazetesi 02.01.2012
                

TARİH YAZMAK VE TARİH LEKELEMEK


“Geçmişi kontrol eden bugünü de kontrol eder” diyor George Orwell.  Haklı da… Her birimiz bunun birer canlı tanığıyız aslında, farkına varabildiysek ne mutlu ama varamadıysak da çok kötü. Çünkü birileri tarih ile oynuyor, kendi kendilerine olayları saptırıyor, kronolojik sırayı değiştiriyor, tarihi olayları bugünün mantığıyla yorumlayıp manipüle ediyor…
                Aşırı islamcıların, taraf solcularının, ileri demokrasicilerin yazdığı yeni tarihe göre TBMM cunta meclisi, Atatürk yedi gün yirmi dört saat alkollü gezen, odasından yabancı kadınların eksik olmadığı bir diktatör, istiklal mahkemeleri dünyanın en faşist uygulaması, şeyh sait kahraman, işgalci İngiliz-Fransız kuvvetleri özgürlükçü, demokrasi getiren kahramanlar…
                Aklı ve mantığı olan, tarihi ve tarih biliminin yöntemlerini bilenler bunlara gülüp geçerler ama karşımızda Atatürk ilkelerinin tamamını sayamayan, kurtuluş savaşında batı cephesinde kiminle savaştığımızı bilmeyen, cumhuriyetin kuruluş tarihini dahi bilmeyen bir insan yığını var. İnsanlar yazılan yeni tarihe inanıyor, gün geçtikçe Cumhuriyetin temellerini sarsıyor, Atatürk Türkiye’sine düşman oluyorlar! Tabi ki tüm bunlara AKP alkış tutuyor, hoşlarına gidiyor. İktidara gelmeden önceki kayıtlarına baktığınızda da başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere bugün milletvekili görevlerini yürüten birçok zatın da bu kervanda olduğunu görüyoruz.
                En başta tüm devrimlerde bir geçiş süreci vardır. Tak diye bir ülkede demokrasi kurulamaz. İnsanların kanıksaması gerekir. Özellikle de 800 yıl boyunca demokrasi tanımını, seçme hakkını duymamış, son 200 yılını tamamen cehalet içinde ve boyun eğerek geçiren bir millette demokrasi ve çok partili rejim hemen kurulamaz. Atatürk’ün amacı çok partili bir demokrasiyi, hukukun üstünlüğüne dayanan laik bir sistemi tesis etmekti. Tüm bunlar adım adım yapıldı ve Atatürk’ün istediği anlamda bir devlet hemen hemen kuruldu.
                Gelin görün ki bizim Atatürk düşmanı tarihçilerimiz bunu evirip çevirdiler. Atatürk’ün tek parti iktidarında yegane lider, diktatör olduğunu savundular. Yaptığı uygulamaların demokrasiyle bağdaşmadığını, cuntacı anlayışla kendi saltanatını kurduğunu ileri sürdüler… Ah şu manüpilatif tarihçiler madem Atatürk’ün diktatör olduğunu düşünüyorlar, neden Atatürk’ün yaptığı devrimleri, özgür ve ileri demokrasi için atılan adımları görmüyorlar. Yoksa kendileri farkında değiller mi 800 yıl demokrasinin adını duymamış bir millete 22 senede demokrasi geldiğinin. Hem bu demokrasi ne onların ileri demokrasinizden ne de Amerika’nın Ortadoğu demokrasisinden!
                İstiklal Mahkemelerini ise bugünün mantığıyla anlatıp eleştirmek en çok garibime gidenlerden. Önce o dönemi ele alalım; Yunan ordusu Anadolu’da hızla ilerliyor, İngilizler İstanbul’da, Fransızlar Güneydoğu’da memleketin her yanı düşman… Düzenli ordu kurulmuş, az mevcuta ve az mühimmata rağmen başarılı oluyor. Ancak işbirlikçi padişah, halifelik nüfusunu kullanarak Anadolu’daki şeyhleri TBMM’ye ve düzenli orduya karşı kışkırtıyor, Anadolu’da büyük ayaklanmalar çıkıyor. Hem itilaf devletleriyle hem de iç düşmanlarla mücadele eden TBMM çareyi “Hıyanet-i Vataniye”de buluyor. Tüm bu isyanların bastırılmasında caydırı olması, ordunun gücünün bölünmemesi ve yapılacak devrimlerin daha sağlam temellere oturtulabilmesi için. O dönemin Avrupa’sında da devlete karşı işlenen suçlar hemen hemen aynı yönteme ve cezalara tabi tutuluyor. Olayları bugünün mantığıyla bakan güzide “tarih çarpıtıcıları” TBMM’yi İstiklal Mahkemelerinin antidemokratik uygulama olduğu gerekçesiyle eleştiriyorlar. ( Eleştirmiyorlar, TBMM’ye ve Atatürk’e alenen saldırıyorlar)
                Gerçekten çok merak ediyorum acaba TBMM yurdun dört bir köşesinde düşmanla savaşırken isyanlarla nasıl mücadele edecekti? Gücünün bölünüp Yunanlıların Ankara’ya ulaşması, Güneydoğu’nun Fransa egemenliğinde kalması, Vilayet-i sitte’yi Ermenilerin işgal etmesi, İstanbul’da İngiliz hakimiyetinin olması daha mı evlaydı? Eh belki bu onlar için daha iyi olacaktı. Malum zihniyet ne demişti “Burada İngilizler, Fransızlar yaşasaydı benim haklarım daha geniş olurdu…”
                Böyle çarpık bir zihniyet ancak; cehaleti arkasına alarak gücüne güç katan, halkın zaaflarından faydalanarak ilerleyen, tarihi istedikleri gibi değiştirerek kendi doğrularıyla yanlışlar imparatorluğu kuran karanlık bir zihniyettir. Atatürk’ü, büyük Türk devrimini çarpıtarak anlatmak sadece Atatürk’ün büyüklüğünü kabul edip Onun Türk halkında bıraktığı derin sevgi ve izi umutsuzca silme çabasından başka bir şey değildir. Cumhuriyet tarihine leke sürmek, kendi ideolojilerinin ne kadar güçsüz ve zayıf olduğunun, ancak manipülasyonlar ve çarpıtmalarla Cumhuriyeti yıkma çabasında olduklarının göstergesidir!

                                                                                                             Çanakkale Haber Gazetesi 26.12.2011 

YENİ TREND TEPKİSİZLİK


                         
                Beşer, onar şehit veriliyor, meclisten ne yasalar geçiyor, komşu ülkelerde kıyametler kopuyor, Ortadoğu’da savaş çanları çalıyor, ekonomi bayır aşağıya yuvarlanıyor, Türk halkı uyuyor…
                Hiç düşündünüz mü neden 5 ay önceki gündemi hatırlamıyorsunuz? 4 ay önce tartışılanlar niçin hatırınızda değil? Size, Türkiye’de son iki yılda gerçekleşmiş dört olay söylesem doğru şekilde kronolojik bir sıraya sokabilir misiniz? Milli iradeye, ideolojinize ters düşen gelişmeler yaşansa bile sizin tepkinizi sokağa taşımaktan alıkoyan şey nedir?
                Hemen hemen herkes bunu yaşıyor. Kimse ne beş ay önce yaşananları biliyor, ne de sokağa dökülüp hesap sorabiliyor. Yaşananlar çok acı, diktatörlerin, kapitalistlerin, özellikle dünya ekonomisini elinde bulunduran bankerlerin ideal düzeni… İşte hepimiz bunun canlı örnekleriyiz. Tepkisizleştirilmiş, bilinçleri adım adım yok edilen, düşünmeyen, sorgulamayan, sadece kapitalizmin izin verdiği derecede mutlu olabilen ve bununla yetinen; bilinçlerini televizyonlardaki vasıfsız programlara, içeriksiz dizilere tutuklatan, aklını yüksek sesli müziğe, alışverişe teslim etmiş, tepkilerini futbol maçlarına ve içeriksiz tartışmalarına, magazin programlarına hapsetmiş bir millet!
                Birçok devlete uygulanan operasyon yıllardır Türkiye’ye de uygulanıyor. Kitle iletişim araçları ile insanlar istenilen şekilde yönlendiriliyor! Dünyada birkaç kişinin elinde bulunan haber ajansları tüm dünyanın nabzını tutarken, ağız birliği edip gerçekleri istedikleri gibi şekillendiriyorlar; bilinç ve tepkilerinizi gerçeklere göre değil, onların size aktardıklarına göre yönlendiriyorlar… Yine çok az bir zümrenin elinde tuttuğu televizyon kanallarında üretilen formatlar tüm dünya televizyonlarınca, halkın yapısına göre düzenlenip yayınlanıyor. Dikkat ettiğinizde tüm dünyada izlenen programların formatları aynı, diziler hemen hemen birbirine benziyor. İnsanlar ortaya atılan bu formatlar ile günlük meraklara, heyecanlara, ulaşamayacağı hayatlara kendilerini kaptırıyor. Öyle ki ne kitap okumaya, ne gazetelere göz atmaya, ne haberlere ne de tartışma programlarına vakit kalıyor. Tek gaye bir sonraki bölümü kaçırmamak, dizi karakterleri gibi yaşamak oluyor. Televizyon karakterlerinin dış dünyadan, siyasetten etkilenmemesi bireyi de aynı şekilde etkiliyor. Kişi onlar gibi hissizleşmeye veriyor kendisini…
                Talkshowlarda hep aynı içeriksiz geyik muhabbetleri, düşündürme amacı olmayan, anlık tüketmeye yarayan sohbetler, gereksiz bilgiler, makinelerce yapılmış, sanatsal hiçbir değeri olmayan garip müzikler…
                İnsanların yönlendirildiği alışveriş çılgınlığı da cabası. Biri eskimeden yenisi çıkan elektronik aletler, moda adı altında sürekli değiştirilen kıyafetler, kullanmak için değil gösterip atmak için yapılan eşyalar. İnsanlar bir üst modele yetişebilmek, son modayı takip edebilmek için umarsızca harcıyor, düşünmeden alıyor, alıyor, alıyor… Kontör parasını ödeyemeyenin elinde son model dokunmatik telefon, üzerinde son moda kıyafetler…
                İşte hepimiz yıllarca bu tuzaklarla, bu programlarla yaşadık, zihnimiz böyle şekillendirildi, böyle hissizleştirildik. Televizyonun, sosyal paylaşım sitelerinin kölesi olarak, vasıfsız programların, sonu gelmez tüketim merakının, üretme ve düşünme anlayışından uzak uğraşların sonunda bu hali aldık. Bilinçler tahrip edildi, kavramlar manipüle edildi! Belli amaçlara hizmet eden ve dünyayı yöneten bankerlerin; aynı kişilerin elinde tuttuğu haber ajanları ve televizyonların karşısında hissizleştik, ideal(!) toplum haline geldik. Ve artık o televizyonlar tarafından yönetilir bir hal aldık!

                                                                                                            Çanakkale Olay Gazetesi 30.11.2011

MİLLİ EZİYET SİSTEMİ



                Sabahın erken saatlerinde sokaklarda yüzleri asık, sırtlarında ağır çantalar, sınav kaygısı, gelecek endişesi yüzlerinden okunan, okula, dershaneye gitmenin hoşnutsuzluğuyla ve test kitaplarının ağırlığıyla ıstırap çeken gençler… Kimse sanmasın ki bu tablo bir distopyadan alıntı. Bu hepimizin her gün şahit olduğu, bizzat yaşadığı ya da çocuğunun yaşadığı bir manzara; Türk eğitim sisteminin geldiği son nokta!
                Maraton 6. sınıftan itibaren başlıyor, 12. sınıfa kadar aralıksız, dozu artarak devam ediyor. Daha ergenliğe yeni giren, en hassas dönemleri başlayan ortaokul öğrencilerinin sırtlarında büyük yükler var. Önce okula gidiyorlar sabahın 8’lerinde. Saat 3’lere kadar içinden gerekli bilgilerin çıkartıldığı, bir o kadar da gereksiz bilginin yüklendiği ders kitaplarıyla bir şeyler öğrenmeye çalışıyorlar. Hayır, hayır öğrenmek değil de daha ziyade ezberlemek. Bilgiler yükleniyor, yükleniyor, yükleniyor… Ezberi iyi olan bir sonraki sınava kadar bilgileri aklında tutup iyi not alıyor, ezberi kötü olan kötü not alıyor ancak her iki durumda da öğrenci bir şey öğrenmiyor, ezberleyen ezberini sınavdan en fazla 2 gün sonra unutuyor.
                Okuldan sonra dershane başlıyor sbs öğrencileri için. Hızlandırılmış etütlerde sayısal, sözel bütün dersler ardı ardı kafalarına sokulmaya çalışılıyor, öğrenci rehberlik servislerinin verdiği seminerler ile strese giriyor. “İyi bir lise, iyi bir üniversite” sloganıyla öğrencilere sanki hayati bir sınava giriyormuşçasına baskı, stres, korku aşılanıyor. Hafta sonları genellikle sokakta oynaması, sosyalleşmesi, yapacağı etkinliklerle ufukları genişlemesi gereken ortaokullular sırtlarında kemik yapılarını bozan, kaslarını zedeleyen, vücutlarının yanlış gelişimine neden olan çantaları ile erken saatlerde dershanelerin yolunu tutuyor; sınav kaygılarını beş kat arttıran konuşmalar dinleyip, hızlandırılmış bilgi yüklemesine maruz kalıyor, konu tekrarı yapmak üzere evlerine gönderiliyorlar…
                Lise öğrencilerinde de durum farksız. Sabah erkenden okula gidiliyor, ders başı yapılıyor. Okul kitaplarının içi bomboş, müfredat saçma… Sorgulama, yorumlama yetileri burada unutturuluyor. Gereksiz disiplin yönetmelikleri, yasalarla çelişen kurallar, yöneticilerin ve öğretmenin sınırsız kontrolü ve hakimiyeti, psikolojiden anlamayan insanların eğitim verdiği bir bina!
                Yaşları gereği karşı cinse ilgi duyulmaya başlanan bir dönem ayrıca. Bireylerin karşı cinsle olan ilişkilerini normalleştirmesi gereken bir dönem. Belki de ileriki hayatlarında psikolojik sorun, eylem olarak ortaya çıkabilecek bir dönüm noktası. Ama eğitim kurumlarında iki cins arası ilişkiler kısıtlanıyor, karşı cinsler birbirine başkalaştırılıyor, araya görünmez bir duvar örülüyor. Hatta bazı illerde kız ve erkek arasına metrelerle yaklaşmak yasaklanıyor. Nedeni belli ki irticai. Ancak bu ileriki hayatlarında bireylerde psikolojik sorunlara neden oluyor. Hatta örnekleri de somut,  karşı cinse düşmanlık beslemede, kadına şiddet ve tecavüzde Türkiye dünyada başı çeken ülkelerden!
                Öğretimdeki çarpıklık ise diz boyu. Okul kitaplarının içi boş, bilgi yok! Derslerde geçirilen vakit tamamen boşa giden bir zaman. Öğretmenler işledikleri konunun öğrenci tarafından hazmedilmesini dershanelere bırakıyor, dershaneler işledikleri hızlandırılmış derslerde yükledikleri bilgilerin tekrarını birebir derslere, özel derslere bırakıyor, özel ders öğretmenleri evde yapılacak tekrara topu atıyor! Öğrenci ise bir gün içinde kendine yüklenen bilgilerden kapabildiğini kapıyor. İnsan kapasitesini aşan bilgi yüklemesi, baskı, yorgunluk tabi ki öğrencinin bünyesine büyük hasarlar veriyor, kimi zaman da öğrencinin gerek psikolojik gerek fizyolojik olarak çökmesine neden oluyor.
                Okullarda görülen psikolojik baskının, dershanede özellikle körüklenen sınav kaygısının yanında çocuklar ailelerine karşı olan sorumluluklarını yerine getirememenin yükü altında da ayrıca eziliyor. Ailelerinin dershanelere döktüğü binlerce TL’nin hakkını verememe kaygısı büyük bir stres, büyük bir baskı. Özellikle de kıt kanaat geçinen ailelerin çocukları bu yükü, bu baskıyı sırtlarında daha ağır bir şekilde hissediyorlar.
                Sınav sistemindeki eğrilik de en az bunlar kadar büyük bir stres aracı. Cemaat üyelerinin ve şu malum dershanenin öğrencilerinin alnının “ak”ıyla, bir başka deyişle şifre, kopya gibi katakullilerle üniversite sınavını kazanması, puan hesaplamalarındaki yanlışlıklar başlı başına bir kabus. Öğrencinin, ne kadar çalışırsa çalışsın üniversiteye girememe, puanının düşme ihtimalinin olması “hayatının sınavı” misyonunun yüklendiği bir sınav için büyük stres! Özellikle de hazırlanılan onca yıldan, çekilen onca stresten ve dökülen onca paradan sonra!
                İşte böyle bir eğitim sisteminde yetişen bireylerden ne sağlıklı düşünce, ne sağlıklı tercihler ne de bilgi birikimi beklenir. Bir kitabı okumak yerine onun özetini ve yapısını ezberleten bir eğitim sisteminden çıkmış, en verimli çağını bin bir baskı ve stresle geçirmiş; genel kültürünü geliştirmeye, sosyalleşmeye vakit bulamamış gencin ülkenin geleceğinde ne tür roller üstleneceğini, ülkeyi ne kadar kalkındırabileceğini siz düşünün!
Eğitim sistemindeki bu durumu değiştirmek için velilerin, öğrencilerin, duyarlı vatandaşların buna bir dur demesi gerekmektedir. Yoksa nesiller bu şekilde tükenecektir!

                                                                                              Çanakkale Olay Gazetesi 23.11.2011

ARAP BAHARI, SAVAŞ MELTEMLERİ, ATANMIŞ BAŞBAKANLAR MEVSİMİ



                
                Yaşanan küresel mali kriz, Avrupa’da düşen iktidarlar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki Amerika- Nato destekli çakma halk devrimleri, düşen 40 yıllık iktidarlar… Dünya hiç de iç açıcı olmayan bir yola girdi, meçhule ilerliyor. Sonuçları büyük buhranlara gebe bir döneme girildi öylece gidiliyor.
                Büyük Ortadoğu Projesi tüm hızıyla sürüyor. Ortadoğu gergin, Arap medyası Türkiye’nin Suriye’ye müdahale yapacağını bağırıyor. Arap devletlerinin de müdahaleye dahil olması emrediliyor. İsrail ile İran arasında savaş meltemleri esiyor. İran ile Suriye ittifak kuruyor. Ortadoğu’da savaş çanları güçlü bir şekilde çalıyor.
                Hepinizin hatırlayacağı gibi Kuzey Afrika ülkelerinde ayaklanmalar başladığında Arap Yarımadası da ayağa kalkmış, büyük halk kitleleri krallara karşı isyan etmişti. Başrolde yine yabancı provokatörler, paralı askerler vardı. Libya’da iktidarı sarsılmaz gözüyle bakılan Kaddafi bile devrilmiş, Suriye’de Esad devrilememişti.
                Suriye’nin büyük çoğunluğu bu süreçte Esad’a büyük destek verdi, halk arkasında durdu. Milyonlar sokaklara dökülerek tüm dünyaya gövde gösterisinde bulundu. Suriye’de isyanlar başladığında komşularında da sokaklar çoktan karışmıştı, Arap yarımadası alev alevdi. Ancak Suriye’de Esad’ın iktidarı yıkılamayınca Kuzey Afrika’daki rejimleri deviren kalabalıklar her nasılsa Arap Yarımadasında durulmuştu. Suriye’nin komşularındaki isyanlar; tıpkı Libya’nın büyük çoğunluğunun ulusal geçiş konseyinin eline geçtiğinde Suriye darbesinin başlaması gibi Esad’ın düşüşüne ertelenmişti.
                Nedenini dış haber kaynaklarını takip edenler kolayca anlayabilirler. Suriye’nin komşusu ve Yarımada’daki birçok Arap devleti Esad rejiminin bitmesi için ağız birliği yapmaya başlamış, kamuoyunu da olası bir müdahaleye hazırlamaya başlamıştı. Amerikan güdümündeki yazarlar savaş tellallığı yaparak ( Esad’ın devrilmesiyle de kendi yönetimlerinin düşmesi için aynı işi yapacaklar) Esad’a karşı halkı kışkırtan yazılar yazıyorlar. En başta Türkiye’nin müdahale yapacağı, yapılacak müdahaleye kendilerinin de destek vereceğini dillendiriyor. Bir diğer yandan da Arap ajansları müdahalenin gerçekleşeceğinden bahsedip duruyorlar.
                Türkiye ile Suriye arasındaki gerginlik ise üst düzeyde. Basında, verdiğimiz şehitlerin haberleri ve yaşanan Van depreminden dolayı çok yer bulamasa da Türkiye sert söylemler ile Suriye’yi hedef alıyor, Amerika kardeşi kardeşe düşürüyor. BOP’un mimarı Amerika Esad rejiminin gitmesi için Türkiye’yi maşa olarak kullanıyor. Amerikalı yetkililer yaptıkları açıklamalarda “Suriye’ye müdahale edin” diyorlar. Türkiye kaynayan kazan Ortadoğu’da çıkması olası bir savaşın içinde çekiliyor, farkında olmadan merkeze oturtuluyor.
                İsrail-İran arasındaki gerginlik ise olası bir savaşın habercisi. İran uzun zamandır Suriye’ye yapılan baskıya tepkili ve harekete geçmesi an meselesi. Özellikle de füze kalkanı sonrasında İran-Türkiye ilişkileri de pek iyi gitmiyor, AKP hükümetinin Suriye’ye baskı uygulaması İran’ı kızdırıyor. Ufukta ayrı bir savaş meltemi esiyor.
                Suriye olası bir müdahaleyi kanıksamış olacak ki işini İran ile ortak saldırı planı hazırlayarak sağlama almış. Saldırı planında olası Türkiye müdahalesi ilk senaryo olarak gözüküyor ve savaşın merkezinde Türkiye yer alıyor. İsrail’in İran’a diklenmesi, bu ittifak’ı zora sokmak, İran’ın gücünü bölmek olabilir. ( Türkiye ve İsrail görünürde düşman iki devlet olsa da kimse unutmasın ki Büyük Ortadoğu Projesi bölgede en çok İsrail’in amaçlarına hizmet ediyor. Türkiye de tarafını belirlemiş, gizlemiyor.) Ancak bölgede meydana gelebilecek bir savaş dünya’da çok hızlı bir şekilde ittifaklaşmaya ve daha geniş bölgelere yayılan bir savaşa neden olabilir. Belki komplo teorisi gibi görünebilir ancak tarihteki iki büyük savaş da buna benzer bir ortam içerisinde çıkmamış mıydı?
                Amerika ve onun küresel çetesi daha Ortadoğu’yu şekillendirirken Avrupa’daki iktidarlara da el attı ve burada atanmışlar dönemini başlattı. Yunanistan ve İtalya ekonomileri birden yerle bir oldu, başbakanlar istifaya zorlandı. Avrupa’daki bazı ülkeler belli bir süredir küresel çetenin ilgi alanındaydı. Hatta Amerikan güdümündeki çetenin lideri ünlü banker George Soros krizlerden önce “Euro bölgesindeki birkaç ülkede kriz çıkmasının” olası olduğunu söylemişti. Ardından da bu krizler patlak verdi.
                Bir de atanmış başbakanlara bakalım şimdi;
                Yunanistan’da Papandreu iktidarının son günlerini yaşarken CIA’in uyarısıyla, darbe hazırlığı içinde olan genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları ve 16 generali görevlerinden almıştı. Tarihte Türkiye dahil birçok ülkenin darbelerini koordine eden CIA nasıl oldu da bu kez askeri darbeye karşı bir tavır takındı? İşte cevabı “atanan” başbakanda. Yeni başbakan Lukas Papadimus’un geçmişi de bir hayli ilginç. Amerika’da gördüğü eğitimin ardından uzun yıllar burada çalışmış, ülkesine döndüğü zaman Yunanistan bankasının baş ekonomisti olmuştu. Ortak para birimine geçilmesini ise en ateşli savunucusuydu ( “Küresel”leşme!). Euro para birimine geçilince de Avrupa Merkez Bankası başkan yardımcılığıyla ödüllendirilmişti. Hani şu “küresel” çetenin bankerlerinin elindeki merkez bankası! Hatta Soros’un Avrupa ülkelerindeki krize çözüm olarak Yunanistan, İtalya ve İspanya’daki büyük bankaların Avrupa Merkez Bankası kontrolüne verilmesi önerisi de çok geçmeden geldi. Bakalım çiçeği burnunda atanmış başbakan ikinci kez Soros’un yüzünü güldürebilecek mi?
                Türkiye ve onun çevresi büyük bir şekillendirme harekatının içinde. Ortadoğu’da BOP işliyor, bölge yeniden Amerika’nın ve küresel çetesinin menfaatleri ile şekillendiriliyor, Avrupa’da Sarkozy, Merkel gibi boyun eğmemiş yönetimler düşürülüyor, Arap Yarımadasına savaş meltemleri esiyor, dünya karanlık bir döneme giriyor. Türkiye tüm bu yaşananların merkezinde kalıyor, şekillendirme operasyonu Anadolu coğrafyasının etrafında gerçekleşiyor!

                                                                                                           Çanakkale Olay Gazetesi 16.11.2011
                

CUMHURİYET KURULDUĞU İÇİN YASTAYIZ!



                Değerli okurlar, Türkiye’nin içinde bulunduğu günler hayatidir. Cumhuriyet rejimi, laiklik, demokrasi her geçen gün başka bir saldırıyla, başka bir darbeyle karşı karşıya kalıveriyor. Laikliğe, Atatürk ilke ve devrimlerine, demokrasiye indirilen darbeler o kadar hızlı ve arka arkaya geliyor ki birine tepki gösterecekken diğeri patlak veriyor, ona da tepki gösteremeden yenisi ortaya çıkıyor. İnsanların kafası gündemin yoğunluğundan, ikilemlerden allak bullak oluyor, bir hafta önce ne olduğu hatırlanamıyor.
                Bugüne kadar laikliğe, Cumhuriyet rejimine, Atatürk ilkelerine birçok kez suikastlar düzenlendi, saldırılar yapıldı ancak hiç biri Cumhuriyet Bayramının iptali kadar bir bütünü hedef almadı. Bugüne kadar birçok yasa geçti, çoğu kez laikliğe aykırı, demokrasiye aykırı düzenlemeler demokrasi kılıfı ile yapıldı. Her biri Atatürk ilkelerini, laikliği, cumhuriyeti hedef aldı ama hiç biri Cumhuriyetin bütün unsurlarına saldırı sayılmazdı. Ancak Cumhuriyet bayramının iptali, kurulan Cumhuriyete ve onun değerlerinin tümüne alenen saldırı niteliğindedir. Cumhuriyet rejimine karşı olanların en belirgin eylemidir.
                Şüphesiz ki verilen 25 şehitin acısı yüreğimizde, Van depreminin neden olduğu üzüntü kalbimizde. Ancak bunlar Cumhuriyet Bayramı’nın iptaline neden midir? Milli yas ilan edilmemiş, eğlence programları tam gaz, açılışlar, resepsiyonlar gırla… Tayyip Erdoğan, Toki Başkanı Ahmet Haluk Karabel’in oğlunun düğününde nikah şahidi, Abdullah Gül Hürriyet Daily News’in 50. Resepsiyonunun davetlisi… E hani yastaydık sevgili devletli?
                Cumhuriyet Bayramları eğlence programları değildir, birlik ve beraberliğin sembolüdür. Rejimin gücünün göstergesidir dosta düşmana! Törenlerin en çok gerçekleştirilmesi gereken günler bugünlerdir, yıkılmadık ayaktayız diyebilmek için!
                29 Ekim törenlerini terörü, depremi bahane ederek iptal etmek sadece bir bahanedir. Eğer depremde yaşamını yitirmiş insanlar çok düşünülüyor olsaydı zamanında deprem vergileri, kentsel dönüşüm bütçesi; duble yola, uçağa ve nereye gittiği belli olmayan bir çok yere harcanmazdı .( Sanki yol, uçak ve diğer hizmetler için ayrılmış bütçeler yok!)
                Depremin haftasında Cumhurbaşkanı’nın 50. Yıl resepsiyonuna gidiyor, Başbakan düğünde şahitlik yapıyor, yas tutmaya gelince 29 Ekim Törenleri iptal ediliyor. Burada tutulan yasın nedeni ne şehitler ne de Van depremi! Yasın nedeni Cumhuriyetin ilan edilmesi.
                Kimse unutmasın ki şu an Cumhurbaşkanlığı görevini yürüten Abdullah Gül 28 kasım 1995’de Türk gazetelerinde yayınlanan, The Guardian gazetesine verdiği demecinde “Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu geldi” dememiş miydi? Başbakan Erdoğan “Demokrasi bizim için amaç değildir, araçtır” değip de demokrasi ile gelip amaçlarının değişeceğini söylememiş miydi? Hatta 1997 yılında “ minareler süngü, kubbeler miğfer, minareler kışlamız, müminler askerimiz” diyerek de gerici devrimin yöntemini açıklamamış mıydı? Tabi ki böyle bir dönemde Cumhuriyet’in kuruluş günü yas olarak ilan edilir, asıl iptal edilmek istenen bayram değil Cumhuriyet’in kendisi olur!
                İşte böyle bir ortamda Cumhuriyeti korumak gibi hayati bir görev bizlere düşüyor. Türk milleti olarak artık kadın programlarının, maçların, vasıfsız dizilerin başlarından kalkıp kendimize gelmeliyiz. Cumhuriyeti, laikliği, demokrasiyi, Atatürk ilke ve devrimlerini yaşatmak, Atatürk’ün izinde ve bilmin ışığında bir Türkiye yaratmak için silkelenip etrafımıza bakmanın vaktidir. Yoksa laikliğe, demokrasiye, Cumhuriyet’e veda edeceğiz, İran halkı gibi olup biteni anlamadan rejimin değiştiğine tanık oluvereceğiz.

                                                                                                           Çanakkale Olay Gazetesi 02.11.2011
                 
               
                 

PETROL DENİZİ ORTADOĞU AMERİKALI KORSANLARA BİR BİR TESLİM OLUYOR!



                Amerika’nın senaryosunu yazıp, yönettiği Büyük Ortadoğu Projesinin çekimleri tüm hızıyla sürüyor! Hedef tahtasındaki en dişli ülke Libya da düştü ve tamamen emperyalist devletlerin eline geçti. Tunus ve Mısır’da olduğu gibi…
                Tunus ve Mısır’dan Libya’nın tek farkı Kaddafi’nin savaşmayı seçmiş olmasıydı. Amerikan darbelerine boyun eğmemişti. Bugün her ne kadar Türkiye’deki halk devrimi şakşakçısı taraf solcuları bu isyanlara halk hareketi dese de Amerikan destekli iç savaşlardır.
 Libya’daki önemli bazı siyasetçileri Amerika önceden kancasına takmıştı. Kimdi onlar? Kaddafi’nin Adalet Bakanı Abdülcelil, eski yönetime sıkıca bağlı elçiler bakanlar ve onların şakşakçıları… Çok uzun yıllar önce başlamıştı paylaşım planı. Mısır ve Tunus’daki muhaliflere olduğu gibi Libyalılarla da başlamıştı Amerika’nın pazarlığı. Dış ilişkiler konseyinden akan milyon dolarlarla kendine yiyecek, ilaç bulamayan Libyalıların ellerine profesyonel silahlar geçmişti. Her biri usta atıcıydı, gizli örgütlerle eğitilmişlerdi. Spontane bir halk hareketi değildi yaşanan. Önceden planlanmış, finanse edilmiş bir emperyalist hareketti. Yugoslavya’daki OTPOR darbelerinin mimarı İvan Moroviç’in dediği gibi “ Devrimlerin planlanması kolay bir şey değildir. Aylar, yıllar sürer ama her şey bir haftada biter”.
                Dünya basını isyancıları özgürlük, demokrasi abideleri ilan etse de olay aktarıldığı gibi değildi. Hiç birinin dilinde ne demokrasi vardı ne özgürlük ne de anti emperyalist söylemler… Uluslar arası ajanslar gibi onlar da aynı emperyalist kaynaklardan desteklenmişti. Hiçbir şey dünyaya duyurulduğu gibi değildi.
Proje ABD’nin eski dışişleri bakanı Condolezza Rice tarafından duyurulduktan sonra start aldı. BOP harita da Türkiye’de vardı. Ancak isyanlar başladığından beri Türkiye dost dediği Ortadoğu ülkelerine saldırmaya, emperyalist devletlerin desteklediği isyancılara toz kondurmamaya başladı. Libya’daki muhaliflere 300 Milyon dolar para yardımı yaptı. Daha yetmemiş gibi Türkiye 25 şehitin acısını yaşarken gündemdeki yoğunluktan faydalanıp 80 Milyon Dolar daha yolladı. Türkiye süreç boyunca Amerika’nın istediklerini söylemeye, bölgedeki nüfuzunu kullanmaya başladı.
Türk hükümeti muhalifleri destekledi ancak Kaddafi’nin de tarihte Türkiye’ye yaptığı iyilikler unutulacak cinsten değildi. Tüm dünya Kıbrıs Barış Harekatı’nda Türkiye’ye sırt dönmüşken destek veren tek liderdi. 1970’deki petrol kıtlığında ise Türkiye’ye ucuz petrol veren tek ülke. Ayrıca Amerikan ambargosu sırasında TSK’ya 25 tonluk roket ve 4 uçak askeri mühimmat hibe etmiş, malzemelerin uçağa taşınmasında bizzat yardım etmişti.
Kaddafi ilk kazığı Türkiye’den yememişti elbette. Önce halkından almıştı darbeyi. Kaddafi bir diktatördü elbette ancak halkının emperyalist devletlerin elinde köle, ülkesini sömürge olmaktan kurtarmıştı. Ülke petrollerini ve Libya’daki yabancı bankaları millileştirmiş, Amerikan ve İngiliz üslerini kapatmıştı. Yiyecek kıtlığını sone erdirmişti.
Sonuç olarak Ortadoğu’da kırk yıllık iktidarlar devriliyor, zamanın Amerika’nın desteklediği liderler yönetimlerden düşüyor. Halk darbeleri emperyal kaynaklarla destekleniyor, petrol denizi üzerindeki Ortadoğu ve Afrika Amerika’nın isteğine göre yeniden şekillendiriliyor. Türkiye Amerika’ya projede desteklerini esirgemiyor ancak BOP haritasında kendinin de olduğunu unutuyor!

                                                                                                Çanakkale Olay Gazetesi 26.10.2011

AMERİKAN RÜYASINDAN KALKTILAR!



                21. yüzyılın başlarında Amerika Birleşik Devletleri dünyadaki yegane süper güçtü. Askeri, siyasi ve ekonomik gücüyle dünya devletlerine boyun eğdiren, dünya devletlerini kapitalizm denen canavarın kucağına oturtan bir devletti.
                Ancak hepimiz tarihten bunu çok iyi biliyoruz ki hiçbir kapitalist devlet, hiçbir süper güç sonsuza dek yaşamaz. En başta sarsılmaz Osmanlı, güneşi batmayan Birleşik Krallık buna örnektir.
Amerika ise 21. yüzyılın başından kısa bir süre sonra çöküş sürecine girdi. Sonu gelmeyen savaşlar,  ülkenin kanayan yarası olan sağlık sektörü, on milyonlarca düşünme yeteneğini yitirmiş, sorgulama yetisi olmayan, kültürsüz,  kontrolsüzce para harcayan, kredilerini ödeyemeyen, karnını doyuramayan insan yığını. Sadece birkaç elit ailenin yönettiği bir devlet düzeni!
Özellikle son 3-4 yıldır Amerika’da işsizliğin önüne geçilemiyor, insanlar mortgage kredilerini ödeyemedikleri için evlerinden çıkartılıyorlar. İşsizliğin, evsizliğin ve açlığın arttığı, elit tabakanın zenginliğine zenginlik kattığı Amerika uçurumdan aşağıya hızlı bir şekilde yuvarlanıyor.
Amerika tarihinde on binler ekonomideki kötü gidişi ilk kez  protesto ediyor. ( Amerika tarihinde birçok büyük çapta eylem olmuştur. Bunlar Afro-Amerikalılara yapılan ayrımcılığa, kadın haklarına, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmasına, Afro-Amerikalılara seçme ve seçilme hakkı tanınmasına, eşcinsel haklarına, eşcinsel evliliklerin yasallaşmasına, silahsızlanmaya ve barışa yönelik olmuştur.) 1929 Büyük Dünya Bunalımında bile halk protestolar yapamamıştır.
Ancak bugün Amerikalılar tarihlerindeki en büyük ekonomik eylemi gerçekleştiriyorlar. New York’dan başlayıp ülke geneline sıçrayan protestolarda artık canlarına tak eden parasızlığı, insanca yaşayamamalarını kızgın, öfkeli ve kararlı kalabalıklar protesto ediyor. Wall Street işgal altında. Kapitalizmin evlatları artık her şeyin farkında.
Protestocular hep bir ağızdan Amerikan Hükümetinin kapitalist politikalarına nefret kusuyorlar. Uzun yıllar gördükleri “Amerikan Rüyasından” uyanan halk şu noktalara işaret ediyor; Evlerimize el konuluyor, bizim sırtımızdan elitler zengin oluyor, medyayı kontrol altına alıp halkı eğitimsiz bırakıyorlar, halkı petrole bağımlı hale getiriyorlar, sömürgeciliği hakim kılıyorlar… Biraz geç  de olsa Amerikalılar yıllardır tüm dünyanın gözü önünde yürütülen sömürüye dayalı politikaların farkına vardılar.
Protestolar Amerika’yla da sınırlı kalmadı. 5 kıtaya birden yayıldı. Dünya’nın dört bir yanında halklar finans merkezlerini bastı. Roma, Madrid, Paris, Berlin, Lizbon, Sidney ve birçok başkentte ekonomik dengesizliğe karşı şiddetli protestolar düzenlendi. Kimi zaman iki yüz binlere ulaşan protestolarda ise kaygı aynıydı.
Yıllardır yapılan savaşların, Wall Street ve uzantısındaki açgözlülüğün, Balkanları, Ortadoğu’yu, Kafkasları yeniden şekillendirme çabalarının ve buralara akıtılan haddi hesabı olmayan paraların sonunda Amerika kaçınılmaz sona erişti. Ülkeyi yöneten birkaç elitin kapitalizm ile gözünü kör ettiği 150 milyonluk Amerika aç ve sefil. Ülke ekonomisi pamuk ipliğine bağlı, çöktü çökecek.
Tüm dünya ayaktayken ve ekonomik adaletsizliği, sömürgeciliği, kapitalizmi protesto ederken, Amerikan halkı bile uyanmışken Türk halkı hala uyuyor. Dünyayı dizilerdeki gibi ve tozpembe görmeye devam ediyor. Alıp başını yürümüş işsizliğin, aşsızlığın, parasızlığın gölgesinde kendinden gidene, haklarına, geleceğine sahip çıkmıyor. Bir sonraki seçimde gelecek makarnayı, kömürü hesap ederken malı götüren götürüyor. Bir de hükümet utanmadan az harcayın, içki-sigara içmeyin, arabaya binmeyin diyor…
  
                                                                                             Çanakkale Olay Gazetesi 19.10.2011

VAN MİNÜT! BURADA BİR ÇELİŞKİ VAR



                Türkiye-İsrail ilişkileri uzunca bir süredir gergin. Özellikle son zamanlarda ilişkiler kopma seviyesine geliyor, savaş uçakları it dalaşına giriyor.
                İlişkilerdeki gerginlik uzun süre önce İsrail’in Gazze’yi bombalamasına ve Başbakan Erdoğan’ın İsrail Devlet Başkanı’nı Davos’ta azarlamasına dayanıyor.
Olayı devam eden günlerde ilişkiler gerildikçe gerildi.  Başbakan Erdoğan İsrail’e yaptığı çıkışlar ile Müslüman-Arap dünyasının kahramanı oldu. Artık Türkiye’nin Ortadoğu’da rolü büyüktü. Misyonu Arap devletleriyle arabuluculuktu. Tabi Erdoğan Ortadoğu’da olduğu kadar Türkiye’deki aşırı İslamcı kesimden de büyük destek görmüş, müthiş bir zamanlamayla yapılan Davos çıkışından sonra da yerel seçimlerde partisi büyük bir zafere imza atmıştı. Ancak İsrail ile ilişkilerin gergin sürdüğü dönemde, Davos çıkışından neredeyse 4 ay sonra, bir haber patlak verdi! Suriye sınırındaki mayınlı araziler 44 yıllığına bir şirkete devredilecekti. Devralması tartışmalara konu olan ülke ise İsrail’di. Bu süreçte İsrail basını da bölgedeki özelleştirme ile yakından ilgilendi. Tüm bunlar 2009 yılında yaşandı.
                Gelin bir de günümüzdeki Türkiye-İsrail ilişkilerine bakalım. Yıl 2011. 2009 yılında patlak veren Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gerginlik artık ilişkilerin kopma seviyesine gelmiş. İsrail Akdeniz’de Güney Kıbrıs’la kıta sahanlığı antlaşması imzalamış, petrol arıyor. İki ülke savaşın eşiğinde, savaş uçakları it dalaşına girecek kadar birbirlerine yaklaşıyor. Erdoğan İsrail’e esip gürlüyor. İsrail’i titreteceğiz diyor.
                Pat! Yine bir haber ortaya çıkıyor. Bu seferki flaş gelişme ise Füze Kalkanı. Proje 2009 yılında bizzat Obama tarafından onaylanıyor. Amacı ise İran’ın balistik füze tehdidine karşı İsrail’i korumak. Lizbon’da toplanan Nato zirvesinde Türk heyeti kalkanın karar metninde yer alan İran ve Suriye gibi ülkelerin isimlerinin metinden çıkarılması istiyor. Amaç dikkat çekmemek, dış politikayı tutarlı bir görünüme sokmak olsa gerek.
                Türkiye 2009 yılından bu yana İsrail ile gergin ilişkiler içerisinde ancak olayların görünmeyen bir yüzünde araziler özelleştirilmeye yelteniliyor, İsrail’den silahlar ve Heron’lar alınıyor, İsrail’i korumak için füze kalkanları konuluyor. Bir tutarsızlıktır almış başını gidiyor. Dış ilişkilerde savaşın eşiğinde olan iki ülke aslına bakıldığında pek de düşman gibi durmuyor.
                Türkiye sürecin başından beri İsrail’e karşı yaptığı çıkışlar ile Arap ülkelerinin kahramanı konumunda.  Ortadoğu’da sokaktaki insanlardan, politikacılara herkesin saygısını kazanmış. Türkiye bölgede postmodern bir Osmanlı politikası izliyor. Birden Batı ile Ortadoğu arasında arabulucu oluveriyor. Türkiye’ye sınırsız güvenen Ortadoğu ülkeleri Batı ile yaşanan her sorunda Türkiye’nin kapısını çalıyor. Ancak sorunlar kimin yararına çözülüyor?
                Bir de Ortadoğu’daki isyanlar var elbette. Hani şu Condoleezza Rice’ın makalesinde yazdığı, daha sonraları da haritaları ve muhaliflere yapılan finansal ve silah yardımlarının ortaya çıktığı Büyük Ortadoğu Projesi. Proje hiç şüphesiz ki Amerika ve İsrail’in çıkarlarına hizmet ediyor. Bölgedeki yer altı zenginliklerinden faydalanmayı, stratejik konuma sahip ülkelere Amerika güdümünde yönetimler yerleştirmeyi hedefliyor.
                Türkiye burada da halkın güvendiği bir devlet olarak ön plana çıkıyor. Ne Amerika ne de başka batılı devletler isyanlara çok el atmazken Türkiye direnen liderlere çekil diye baskı yapıyor, ülkelerdeki isyancı muhaliflere bavullarla paralar gönderiyor, liderlerini halkın devirmediği devletlere ambargo uyguluyor. Hatta Suriye’yi askeri operasyonlarla bile tehdit ediyor. Türkiye İsrail ile gerginliği sonucu Ortadoğu’da elde ettiği nüfuzu kimin yararına kullanıyor?
                Görünürdeki bunca kavga ve restleşmeye rağmen dış politikaların bu denli tutarsız yürütülmesi, İsrail ile gerginlikler sonucu Ortadoğu’da “kahraman” haline gelmiş Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunu bu şekilde kullanması ve ortaya çıkan çelişki ise hayli rahatsız edici.   

                                                                                                              Çanakkale Olay Gazetesi 11.10 2011

21. YÜZYIL’DA KÖLE OLMAK…



                İlk insanlardan günümüze kadar insanoğlu büyük dönüm noktaları yaşamıştır. Her bir dönüm noktası insanlığın daha da ileriye gitmesine, bugün ki medeni dünyanın kurulmasına ve yarın ki medeniyetlerin devamına zemin hazırlamıştır.
                Hukuk sistemine geçilmesinden tutun da ilk demokrasi deneyimlerinin yaşanmasına, köleliğin kalkmasına, skolastik düşüncenin yıkılıp aydınlanma çağının başlamasına ve Fransız İhtilali’yle ortaya çıkan yeni düşünce akımlarına kadar birçok dönüm noktası yaşanmış, modern dünyanın temelleri atılmıştır.
                5000 yıldan fazla süren bu keşfetme ve aydınlanma ile atılan modern medeniyetlerin  temelleri, içinde bulunduğumuz yüzyılda çatırdıyor. Modernize edilmiş hukuk sistemleri halkın refahını, güvenliğini sağlayıp yaşamını kolaylaştıracağına devletin birey üzerindeki kontrol mekanizması, koşulsuz şartsız itaat güvencesi haline gelmiştir. Yazılı hukuk ilk kez ortaya çıktığında halkın sosyal haklarını düzenlerken daha sonraki yıllarda toplum-devlet ilişkilerini düzenlemiş, kralların padişahların halk üzerindeki kesin hakimiyetini kırmayı amaçlamıştır. Sözüm ona bu aydınlanma binlerce yıl önce yaşanmış olmasına rağmen modern(!) sistemlerine baktığımızda hiçbir şeyin değişmediğini, çoğu devletin halk üzerinde en az monarşiler kadar baskı kurduğunu, muhalefeti olmasına rağmen demokrasi simülasyonlarıyla halkı oyaladığını görürüz.
                Köleliğin kalkması, insanların yasalar önünde ve sosyal hayatta eşit kılınması da uzunca bir geçmişe dayanmaktadır. Peki, 21. Yüzyıl ile medeniyetlerin köleliği kaldırıp da modern dünyanın temellerini attığı, günümüz dünyasını şekillendirdiği dönemler arasında ne gibi farklılıklar vardır? Tek fark kimsenin adının köle olmamasıdır.
                Eski çağlarda kölelik efendiye, zengine, ağaya kayıtsız itaat, ekonomik bağımlılık, hiçbir güvenceye sahip olmadan insan onuru hiçe sayılarak yaşanılan bir kurumdu. Şimdi ise tablo büyük şirketlere kayıtsız itaat, ekonomik bağımlılık ve güvenceye sahip olmamak, 21. Yüzyıl değerleri çerçevesinde kişisel onurun yok sayılması şeklinde ilerliyor.
                Dünya pazarını büyük şirketler ele geçirmiş durumda. Dünya’nın her ülkesinde, şehrinde, semtinde hemen hemen birkaç ülkeye ait şirketler çatır çatır işliyor. Ya bu şirketlerde çalışansınızdır ya da bu şirketlerin müşterilerisinizdir. Kapitalist devletlerin bu firmaları, tüm dünya pazarındaki iş gücünü sömürüyor, az paralar ve güvencesiz işçilik ile bireyi köle olarak kullanıyor. Ele geçirdikleri Pazar ülkelerinde sınırlı bıraktıkları iş imkanlarını lehlerine kullanıyorlar, alternatifsiz işçileri kendi şirketlerine bağımlı hale getiriyorlar. Az parayla çalışan işçiler hiçbir hak ya da güvence olmaksızın işten çıkarılabiliyorlar.
                Bu şirketlerde çalışan olarak köle olmasanız bile yine kapitalizmin ürünü moda, marka merakına kapılıyorsunuz. En son çıkan modeli almak, arkadaşınızdan bir adım önce olmak için bu şirketlerin kapısını çalıyorsunuz. Bir süre sonra alışkanlık ya da ihtiyaç haline dönüşmüş hatta toplum içinde bir gereklilik haline gelmiş bu düzende bu şirketlerin köleleri oluyorsunuz.
                Reform ve Rönesans dönemleri yaşanılanı yaklaşık 600 yıl oldu. İnsanlığın en büyük aydınlanmalarından biri, skolastik düşüncenin yıkılması, din sömürüsünün, dine dayalı ticaretin son bulması… İnsanlık sanki bunları yıkmamış, sanki bu aksaklıkları düzeltmemiş gibi tekrar sarılıyor din tüccarların, skolastik simsarlara. Gerek Müslüman, gerek Hıristiyan herkes din tüccarlarına, dini ticarete alet edenlere itimat ediyor. Müslüman cemaatler cennetten tapu satıyor, çeşitli şarlatanlıklar ve bir o kadar da saçma seanslar ile günah siliyor… Dini siyasete alet ederek saltanatlık peşinde koşuyorlar. Hıristiyan cemaatler ise ortaçağ öncesine dönme çabası içinde debelenip duruyor, din sömürüsünü kandırabildiği ufak kitlelerde uyguluyor. Tabi sözümüz her Müslüman’a her Hıristiyan’a değil elbette…
                Yıllarca verilen mücadeleler, savaşlar yaşanan sancılar hepsi boşuna… Ne aydınlanma ne gelişme ne de ilerleme kaygısı, sadece bize çizilmiş, bizim için şekillendirilmiş bir yaşamın içinde debelenip duruyoruz. Yıllar yıllar önce yıkılmış duvarları fark etmeden tekrar örüyoruz etrafımıza. Ufak mutlulukların peşinden koşarken kayıp gidiveriyor elimizden onca  mücadeleyle elde edilen özgürlük eşitlik…
                Kısacası “Modern Dünya” adı verilmiş bir dönemde çoktan kapanmış çağları tekrar yaşıyoruz, gelecek nesillere, ileriki medeniyetlere başladığımız noktadan çok daha ileride, bulunduğumuz (ya da bulunmamız gereken) noktadan daha da aydınlık bir gelecek bırakamıyoruz.
                 
                                                                                                        Çanakkale Haber Gazetesi 29.09.2011

DİN VİCDAN MESELESİ MİDİR, YOKSA BASKININ TA KENDİSİ MİDİR?



                Din birey ile yaratıcı arasındadır. Kimse bir dine inanmak zorunda değil, hiçbir dini tam anlamıyla yaşamak zorunda değildir. Din gibi kutsal bir müessese sadece bireyin kendi bünyesinde içselleştirdiği biçimde yaşanmalı, aksine zorlanmamalıdır.
                Ancak gelin görün ki sokaktan, okullara kadar ne dini düşünme özgürlüğü ne dini yaşama özgürlüğü ne de kendini ifade edebilme özgürlüğü mevcuttur. Ramazan aylarında oruç tutmayan Müslümanlara ve Müslüman olmayanlara yapılan baskılar, Müslüman olmayan kişilerin mahalle baskısına maruz kalması, dini istenildiği gibi yaşatmama çabası, belli kalıplar içinde islamı empoze etme uğraşları her birimizin günün farklı saatlerinde maruz kaldığı ya da gözlemlediği olaylardır. Halbuki Türkiye bir İslam devleti değil, her türlü dini içinde barındıran, her dine eşit mesafede, her dine mensup kişilerin eşit haklara sahip olduğu ve üstün veya milli dini olmayan bir ülkedir.
                Her ne kadar bu husus yasalarla güvence altına alınmış olsa da 1980 yılından bu yana Türkiye’de devlet eliyle dinselleştirme politikası başlamıştır. Politikanın mimarı Amerika “Yeşil Kuşak” projesiyle İran ve Afganistan’ı Türkiye’den daha önce yakmış ve buradaki aşırı İslamcı politikaları, İslamcı grupları destekleyerek irticalar yaşanmasına neden olmuştur.
1980 darbesiyle de Türkiye’yi etkisi altına alan Amerika ve onun Türk şakşakçıları hala “yeşil kuşakçılık” oyununa devam ediyorlar. Türkiye’deki İslami gruplara ellerinden gelen desteği vererek, İslami politikaları yücelterek ve Atatürk Devrimlerini çiğneyerek İran, Afganistan modelini Türkiye’de oynatmaya çalışıyorlar.
En başta Kenan Evren’in ben laik müslümanım diyerek müfredata koyduğu zorunlu din derslerini ele alalım. Din ve zorunlu kavramı bir araya gelince zaten paradoksal bir ifade çıkıyor ortaya. Dinde zorlama yoktur serde amma… Gelin görün ki “zorunlu” din eğitimi İlköğretim 4. Sınıftan başlıyor ve genç beyinlere öğretiliyor. Ancak öğretilen sadece İslam dini. Tabi burada sorunlar öne çıkıyor; Türkiye’de doğan her birey Müslüman mıdır? Genç yaşlarda din dersini zorunlu olarak alan genç beyinler kendi inançlarını seçmek için özgür bir ortamı yakalayabiliyorlar mı? En önemli soru da devletin her dine eşit mesafede olması gerekliliği nerede?
Din derslerinde çocuklara sadece İslam dini öğretiliyor. Diğer dinler birer paragrafta geçiştiriliyor. İslam dini sanki milli bir dinmiş gibi, her Türk Müslüman olmak zorundaymış gibi anlatılıyor. Daha kişiliği yeni gelişmekte olan, gözlerini yeni açıp kavramları yeni öğrenen bireylere seçme şansı bırakılmıyor. Bir vicdan meselesi çocuklara anne babalarının hangi futbol takımını tutup tutmayacağını empoze etmesi gibi devlet eliyle empoze ediliyor. “Kızım sen Galatasaraylısın, en iyi takım o” demekle çocuğun takım tercihine yön vermeğe benzeyen; bireyin bir ömür inanmayı seçtiği dini kontrol etmek ya da inanmama ihtimalini tamamen ortadan kaldırmak ne saçma şeydir? Hele de din dersi sınavlarında çocuğun aldığı not da onun iman derecesini mi ölçer?
Bazı çevreler bu düşünceleri dinsizlik olarak nitelendirse de bu onların “dini insan vicdanına bırakmayıp, bireyin inancına kayıtsız karışma, dogmatizmi empoze etme” kültürlerinden geldiği kesindir. Hatta daha da önce bireyi din ile kontrol etme kurnazlığından gelmiştir. Çünkü hepimiz biliyoruz ve görüyoruz ki din kitlelerin istenildiği gibi hareket etmesini sağlayan, tarih boyunca da birçok kez kullanılmış bir kontrol mekanizmasıdır… Bu mekanizma da şarlatanların ekmek kapısıdır…
               
                                                                                                          Çanakkale Haber Gazetesi 22.09.2011 

11 EYLÜL VE BOP


               
               11 Eylül saldırılarından bu yana dünya eskisi gibi olmadı. O günden bu yana savaşlar, iç çatışmalar başladı, inanılmaz derece tansiyon yükseldi. Dinler ve ırklar arasındaki ayrılıkçı hareketler azalacağına körüklendi. Bir tarafta İslam “terörizm canavarı” olarak gösterildi, öbür tarafta karikatürist hedef.  Dünya farklılıkların giderek azaldığı bir yer olacağına, farklılıkların ve buna bağlı olarak sancıların, çatışmaların arttığı bir yer haline geldi. 11 Eylül’ün altında yatan neden neydi?
                                                                               ***
                11 Eylül saldırıları Amerika’nın Ortadoğu’ya sıçraması için yaratılmış suni bir olaydı. Tarihte birçok kez kendi halkını gözünü kırpmadan öldürmüş Amerika yine o emperyalist oyunu oynuyor, kendi evlatlarını yiyordu. Amaç 1980’lerden beri Amerika’nın üzerinde çalıştığı Ortadoğu’daki emelleri gerçekleştirmekti. Saldırılar Amerika’nın adamı Usame Bin Ladin üstlendi. Hem gerekli ayrışma ortamı hazırlanmıştı hem de Amerika’nın Ortadoğu’ya adım atması için gerekli bahane oluşturulmuştu.
                                                                                ***
                7 Ekim günü, yani saldırılardan 35 gün sonra Amerika Ortadoğu’ya ayak bastı. Sözde terörizmi bitirecekti. Ancak görüldü ki Amerika o devletten o devlete atlıyor. Ne terörizmi bitirebiliyor, ne bölgede barışı sağlayabiliyor ne de sözünü ettiği nükleer silahları bulabiliyor. Aksine, Ortadoğu’daki ülkeleri savaşla tehdit ediyor, terör örgütlerine silah desteği veriyordu ( en somut örneği  PKK’nın 2003’te Amerika’nın Irak’a girmesiyle yeniden şahlanmasıdır).
           ***
                Daha sonra görüyoruz ki Amerika’nın Ortadoğu üzerindeki siyaseti şekillenmiş, müttefikler kazanılmış. Yıllardır Amerikan üslerinde Arap muhalifler askeri eğitimden geçiriliyor, silahla donatılıyor. Ortaya da Arap Baharı adı altında Amerikan güdümlü devrimler çıkıyor. Araplar zamanında İranlıların düştüğü hataya düşüyor. Demokratik rejim kurma masalıyla batılı tetikçiler, provokatörler tarafından ayaklanıyorlar ancak “halk” devrimlerinden sonra her nasılsa masaya askerler, Amerikan güdümlü kukla siyasetçiler oturuyor.
                                                                                   ***
                Amerika emellerini tek tek gerçekleştiriyor. Süreç başladığından beri masum siviller ölüyor, milyonlar yok oluyor. Amaç hem hükümetleri, hem medyayı, hem ekonomiyi elinde bulunduran birkaç büyük ailenin istekleri. Bir avuç seçkinin bütün dünyayı yönettiği, küreselleşmiş, finans sektörünün elinde bir dünya düzeni…  Herkesin dinlendiği, izlendiği, finans sektörünün kontrolünde tükettiği derecede mutlu ve düşünmeyen toplumlar.

                                                                                                        Çanakkale Haber Gazetesi 15.09.2011 

SANATA KARŞI



                Sanat yaratıcılığın, hayal gücünün bir ifadesidir. Yaratıcılık ve hayal gücünün dışa vurumu ise toplumların ilerlemelerini, aydınlanmalarını, düşüncelerini hayata geçirmelerini sağlayan yetilerdir. Hepimizin görmüş olduğu üzere sanatın suçu burada çok büyük! Hem de sanatın suçu kanıtlanmıştır, tarihte birçok devlet, millet sanatla aydınlanmış, sanatla gelişmiştir. Aydınlanmak, gelişmek, dogmaları ve skolastik düşünceyi yıkmak çok büyük tehlikedir!
                Günümüz Türkiye’sinde işte bu tehlikenin farkına varıldı. Sanatın gücünü bilenler ve ondan korkanlar operasyonlarına başladılar. Asıl hedef aydınlanma, saldırılara maruz kalan ise sanat ve sanatçılar oldu. Eh tabi tarihi iyi bilenler sanata atılan “ahlaksızlıktır” çamurunun 600 yıllık Osmanlı düşüncesi olduğunun da farkına varabilirler.
                En başta heykeltıraş Mehmet Aksoy’un “İnsanlık Anıtına” yapılan saldırıyı ele alalım. Saldırı diyorum çünkü heykelleri yıkmak ancak çağdaş dünya değerleri ile bağdaşmayacak gerici zihniyetlere mahsustur. Heykel yıkıldı hem de “ucube” gibi talihsiz bir söylemle. Aslında burada yıkılan sanatın evrensel değerleri ve evrensel barıştır. Heykeli yıkanlar bugün her ne kadar Ortadoğu’da barışı sağlamak için başrolde olsalar da “barışı ve insanlığı” sembolize eden bir heykeli yıkmışlardır.
                Yıkılan heykeller sadece bununla da sınırlı değil. Türkiye’nin çeşitli illerinde belediyeler, valilikler heykelleri yıkıyorlar. Gerekçeler genelde çok içeriksiz oluyor ama yıkımların altındaki asıl gerçek her zaman çıplaklık, müstehcenlik (kime göre, neye göreyse?) olarak karşımıza çıkıyor.
                Devlet tiyatrolarının kapatılmasının konusu dahi bile başlı başına sanata bir saldırıdır. Tiyatro toplumu ayrıştırıcı değerleri, ırk, dil, din, politika gibi olguları bir kenara bırakan, toplumu birbirine yaklaştıran bir araçtır. Tarihimizdeki en bilinen örnek ise Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre” adlı oyununun sahnelenmesinden sonra halkın sokaklara dökülmesidir. Tiyatronun insanlar üzerindeki etkisi yadsınamayacak kadar çoktur. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana çok kaliteli tiyatro oyuncuları yetişmiş, halka ışık vermişlerdir. İşte bunu bilen çevreler, sanatın insan üzerindeki etkisinden korkanlar, aydınlanmaktan irkilenler “devlet tiyatrolarına” da el atmaya çalışıyorlar.
                Karikatüristler üzerindeki baskı ise apayrı. Açılan davalar, korkutma çabaları… Ancak hepsi nafile tabi, sinmiyorlar. Çünkü sanat hiçbir zaman sindirilemez. Karikatüristler ülkedeki gerçek muhaliflerdir. Tarafsızdırlar, her zaman haklının yanındadırlar. Karikatüristler her zaman herkesin eksik, eleştirilmesi gereken yönlerini çizerler. Hem iktidarı, hem de muhalefeti topa tutarlar. Birey karşıt görüşün eksiklerini, kendi partisinin aksayan yönlerini gülerek ve eğlenerek okur. Ancak televizyonda iki karşıt görüşlü lideri izlerseniz birini sever öbüründen nefret edersiniz. İşte aradaki fark sanatın gücüdür.            
                Sinemaya uygulanan sansürler ise ayrı bir komedi. Artık dünya standartlarına erişmiş Türk Filmleri çekiliyor ancak sansür gittikçe artıyor, geriye gidiliyor. Sinema filmleri televizyonlarda yayınlandığı zaman görülüyor ki birçok sahne kesilmiş. Kesilen sahnelerde de gerçekten sakınca olsa sesim çıkmayacak. Ama sansürlenen sahneler ya içki içilen sahneler, ya aşıkların öpüşme sahneleri ya da vah vah en vahimi plaj sahneleri. Bu sadece sanat üzerindeki “islami baskıyı” gösterir. Umarım ki gelecek dönemlerde sinema filmleri daha beyaz perdeden sansürlenmeye başlanmaz, “kumda” boncuk bulunmuşçasına filmler kesilip, Türk sinemasına saygısızlık yapılmaz.
                Sırada sokak sanatçılarına gelen yasaklar var. Beyoğlu belediyesinin sokak sanatçılarına getirdiği yasak tam bir sanat düşmanlığıdır. Farklı ırklardan, farklı dinlerden, mezheplerden insanın müzik yapması tabi ki de bazı çevreleri, bazı ideolojik görüşleri ( dini görüşler daha doğru bir tabir ama…) rahatsız etti elbette. Müziğin insanlarda bıraktığı etki, insanlara verdiği haz herkese göre farklılık gösterse de tek bir dili vardır. Bu dil evrenseldir. Sizce de yasaklanmaya değer değil mi? Zaten Beyoğlu şu sıralar yasaklarıyla, sansürleriyle Ahmedinejat’ın gözdesi olma yolunda hızla ilerliyor.
                İşte son yıllarda iyice artan sanat düşmanlığının, daha doğrusu sanattan, aydınlıktan, ilerlemeden korkmanın kabataslak ve acı bir tablosu. Aslında kağıda dökülecek çok şey var. Sanat evlerinin sopalarla basılmasından tutun da Alevi sanatçılara ve görüşü birileriyle kesişmeyen sanatçılara baskı yapılmasına kadar çok şey var. Aslında yapılan her şeyin açıklaması çok basit ve Atatürk’ün şu sözünde de çok açık;
Sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”

                                                                                                            Çanakkale Haber Gazetesi 08.09.2011

CANINI SEVEN KAÇSIN, AMERİKA DEMOKRASİ GETİRİYOR!



Dünya üzerinde bazı ülkeler vardır ki coğrafi konumları, yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle medeni(!) dünyaya ulaşmakta her zaman bir adım geride kalır, geride bırakılır. Buna örnek olarak en başta Ortadoğu ülkeleri ve Türkiye gelir. Ortadoğu’nun kaybı zengin petrol yataklarıdır, Türkiye’nin kaybı ise hem Avrupa ve Ortadoğu’ya coğrafi açıdan yakınlığı hem de yer altı kaynaklarının zengin oluşudur. Bu sebeplerle bu coğrafyada ne barış ortamı tam anlamıyla sağlanabilir, ne demokrasi, ne temel hak ve özgürlükler ne de oturmuş rejimler vardır… Her biri batı izin vermedikçe bir simülasyon şeklinde oynanır, kazançlı çıkan yine Amerika’dır, Fransa’dır…
Ortadoğu’nun petrol zenginliğini batılı dünya 100 yıl öncesinden biliyordu. Zira 1916 yılında Osmanlı Devletini yani bugün ki Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasını Sykes Picot gizli antlaşmasıyla paylaşan emperyalist devletlerden Fransa şöyle diyordu;
Başka hiçbir yerde bulamayacağımız ve yarın onsuz büyük bir devlet olunamayacak petrolü bize ancak burası sağlar”
Niyet yaklaşık 100 yıldır aynı. Önce ismi Sykes Picot idi, sonra Anadolu coğrafyasını kapsayan Sevr geldi, şimdi ise aynı haritalar, aynı amaçlar, aynı emperyalist devletler. Bu sefer ki ismi “Transforming Middle East” ya da “Ortadoğu’nun Dönüşümü” bu ismi veren ve makalesinde yayınlayan bizzat Condeleeza Rice. Ancak halk arasında bilinen ismi Büyük Ortadoğu Projesi…
Başta Amerika olmak üzere emperyalist devletler amaçlarını gizleme niyetinde de değiller. Amerika Arap devletlerine emirler yağdırıyor, Arap ülkelerindeki muhaliflere para, silah ve askeri eğitim desteği veriyor. Kuzey Afrika ve Arap Yarımadasındaki rejimleri “devrim” türküsüyle devirmeye çalışıyor.
En başta Tunus ve Mısır’daki isyanları ele alırsak, buralarda sözde devrimler oldu. Halk diktatörleri devirdi! Amerika açıkça isyancılara para ve silah desteği yaptı. Diktatörlere sert söylemlerde bulundu.
Aynı şekilde Amerika diktatör Kaddafi’nin devrilmesi için de düğmeye bastı. “Sözde” sıradan insanlar sokağa dökülmüşlerdi, rejimi devireceklerdi. Ancak gelin görün ki sivil halkın ellerinde ağır toplar, tüfekler, askeri teçhizatlar. Karnını doyuramayan bir halkın elde edebileceğinden daha fazla mühimmatlar. Haydi elde etmelerini geçtim, halk bu silahları “sanki bir eğitimden geçmiş gibi” kullanıyorlar. Sokaklarda ise yabancı provokatörler, havada Nato askerileri. Neydi bunun ismi “Halk Devrimi! Başını Amerika’nın çektiği batı dünyası sanki daha önce diktatörlükle yönetilen devletlerin halklarına özgürlükleri adına destek veren, hatta demokrasiler içinde bile diktatörlükler kurduran ülkeler değilmiş gibi davranıyorlar. Ülkemizdeki “Devrim Sevdalıları” da bu tabloya şak şakçılık ediyorlar!…
Suriye’de ise tablo yine aynı. Bu kez devreye Nato değil, keskin söylemleriyle Amerika değil Türkiye giriyor. Ağır sözlerle, ağır tehditlerle! Yine isyan edilen diktatörlük rejimi. Ancak isyan eden yabancı provokatörler, sivilleri vuran, bölünmeden yana olan bazı militanlar. Suriye askeri tetikte ancak basın öyle bir yansıtıyor, dünyaya öyle bir duyuyor ki “Suriye masum sivilleri vuruyor”. Batılı devletler “işgal” için bahane arıyorlar. Batılı kuvvetlerin oyunlarından haberdar olan milyonlar meydanlara dökülseler de kaçımızın haberi oluyor bundan?
 Yakın gelecekte PKK militanları ve sempatizanları da şehirlere inip, sivilleri öldürmeye başlasa, ortalığı savaş alanına çevirse bizim polisimiz, askerimiz tabi ki müdahalede bulunacak, operasyonlar başlatacak! Ya batılı medya bunu da “Türkiye sivilleri vuruyor, insanlık suçu işliyor” diye lanse ederse? Amerika ve bazı Avrupa ülkeleri Libya ve Suriye’ye yaptığı gibi ağır yaptırımlar uygularsa? Ya batılı devletler 1916’dan beri gerçekleştirmek istedikleri emelleri “tevhid” etmek için adı “barış gücü” olan işgalciler yollarsa?

                                                                                                Çanakkale Haber Gazetesi 25.08.2011

ARAP BAHARINDA SURİYE’YLE KARLI GÜNLER…



                Kısa süre önce Batı Afrika’da başlayan ve Arap-Müslüman dünyasını etkisi altına alan isyan hareketleri kapımıza dayandı. Güney komşumuz Suriye bu kaynayan kazanın içine girdi. Başlayan isyan hareketlerinin sonuçları kısa vadede halkın yönetimlerine karşı direnme hareketi olarak görülse de bu pek doğru bir bakış açısı değil. Yaşanan olaylar uzun vadede büyük sonuçlar ve sancılar doğuracaktır. Tunus’da kıvılcımlanan isyanlarda liderler devrildi. Şimdi liderleri devrilen Tunus ve Mısır’a bir göz atalım. Tunus’da devlet başkanı Zeynel Bin Abidin devrildi. Halk ayaklandı, hükümet değişti. Ancak yeni hükümet kim tarafından kuruldu? Halk yönetimi devirdi ama kurulan yeni hükümette ne kadar söz sahibi oldu? Kurulan yeni hükümete karşı da ayaklanan halk ikinci kez sesini ne kadar duyurabildi? Peki Mısır’da Mübarek’in devrilmesiyle halk rahat bir nefes aldı mı? Devrimi halk yaptı ama başa kim geçti? Askeri Konsey! Hem de devrimin ardından yönetimi ele almasına rağmen hiçbir reform hareketinde de bulunmadı.
                Tüm bunların nedenine bir de şuradan bakalım. İsyanlar boyunca halk batılı devletler tarafından büyük destek gördü. Başını ABD’nin çektiği destek zincirinde basın da büyük paya sahipti. Dünya gündemini buraya belirli odaklar ve başlıklarla çevirdi. Bilgi kirliliği yaratıldı, konu derinlemesine tartışılamadı. Sübjektif bir şekilde muhaliflerin sesi olundu. Öyle ya da böyle halk bir şekilde ayaklanıp liderleri ya da Amerika’nın önündeki engelleri devirdi. Arap Baharı olarak adlandırılan bu dönemde devrimi gerçekleştiren halklar aslında o kadar da söz sahibi olmadıklarının farkına vardı! İkinci kez isyan ettiklerinde ise çok geç olmuştu zaten. Ne ikinci isyanları dünyaya duyuruldu ne de ilki kadar kolay oldu. Tabi ki Amerika destek vermedi.
                Başlayan isyanlara Amerika’nın parasal destek yaptığına, muhalif liderlerle 1 yıl öncesinden bile görüştüğüne dair belgeler de mevcut. Belli ki isyanlar Amerika’nın politikalarına, batılı devletlerin çıkarlarına hizmet ediyor. Zaten aynı iştahla, bir olup halkın deviremediği Kaddafi’yi vuruyorlar. Kan dondurucu şekilde isyanların çıktığı ülkeler 7 Ağustos 2003 tarihinde Washington Post gazetesinde dönemin ABD dışişleri bakanı Condoleezza Rice’ın yazısında sözünü ettiği ülkeler. Nerelerdi oralar? “Batı Afrika’dan Pakistan’a kadar olan devletlerin…”. Amaç neydi peki? İşte cümlenin devamı “… sınırları ve yönetim şekilleri değişecek”.
                Eh gözünü açamamış, daha ilk aşamaya gelmemiş Arap devletlerine de Mısır ve Tunus senaryoları yazıldı elbette. Suriye’de ise “kayıt” dedi yönetmen! Halk Beşar Esad’a karşı ayaklanıyor. Esad ise sivilleri vuruyor. Bu süreçte tabi ki yönetmen Amerika buna müdahale etmek için kolları sıvadı. Bugüne kadar çoğu iç savaşta askeri müdahale yapmayan Amerika bu sefer askeri müdahaleyi destekler oldu. Ne Darfur’da yaşanan, ne Filistin’de yaşanan, ne de Ruanda’da yaşanan büyük katliamlarla ilgilenmedi Suriye’yle ilgilendiği kadar…
                Türkiye ise Suriye’ye sert çıkıyor. Ak Parti hükümeti Beşar Esad ile bugüne kadar hep dostluk mesajları verirken bugün aba altından sopa gösteriyor. Hatta kulislerde “Suriye ile savaş” ihtimali bile konuşulur oldu. Aynı şekilde Dünya’da yaşanmış onca katliama sessiz kalıp da buna tepki gösterilmesi garibime gidiyor doğrusu. Çok da yazık oldu, zamanında Suriye sokakları Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın posterleriyle, Türk bayraklarıyla doluydu.
                İşin ilginç kısımlarından biri de zamanında Türkiye’yi barbar ve soykırımcı olarak ilan eden Batılı basının Türkiye’ye barış güvercini misyonu yükleyip Suriye’yle savaşı körükleyici yazılar yazması.  Amerikan dışişleri de son günlerde yaptığı açıklamalarla Türkiye ile amaçlarının Suriye konusunda aynı olduğunu ifade etmekte. Türkiye de sabrının sonuna geldiğini…
                Tüm bu tablolar dahilinde yaşanan isyanların birileri tarafından desteklenip yönlendirildiği çok açık. İsyanlar Rice’ın da dediği gibi çok sayıda devleti kapsayacak. Umarım ki Arap ülkeleri isyanları yaşamış ilk devletler olan Mısır ve Tunus’un içinde bulunduğu durumu göz önüne alarak temkinli davranırlar. Batılı devletlerin projeleri için çocuklarının geleceklerini karalamazlar. Umarım ki Türkiye tüm bu isyan hareketlerinden uzak kalır da ülkemizin bütünlüğü bozulmaz. Yüz yıldır oynanan etnik farklılık oyunu Türkiye’yi güçsüz düşürmek için bu sefer de sahne almaz!...

                                                                                                        Çanakkale Haber Gazetesi 18.08.2011