27 Eylül 2012 Perşembe
NE ALA ( BU) MEMLEKET!
Başbakan Erdoğan bölge liderliği oyunu çok sevdi, evlat edindiği Suriyelileri nasıl ağırlayacağını bilemedi. Van’da depremzedelere kurulmayan konteynırlar “ne olduğu belirsiz” mülteci kılığındaki insanlara kuruluverdi. Ambulanslar, vergisini ödeyen bölge halkını taşımazken “özgürlük ordusu” adı altındaki El Kaideli Suriyelileri taşır hale geldi. Tüm bu imtiyazların ardından sıra Suriyeli mültecilerin eğitimini üstlenmeye geldi! Eşbaşkan Erdoğan’ın Suriyeli “evlatları” için yeni incisi “beyana göre üniversite eğitimi”.
Bu ne genişliktir, ne rahatlıktır anlayamadım. Yıllardır Türk öğrencilerin hiçbir sorununu çözme girişiminde bulunmayan, yükseköğretime geçişlerde patlayan skandallarla mağduriyet yaşayan öğrencilerin mağduriyetini gideremeyen bu iktidar hangi bilinçle Suriyelilerin sorunlarına çözüm arıyor, onların mağduriyetlerini Türk öğrencilerinkine duymadıkları bir aşkla çözüme bağlıyor?
Bu karar ile Suriyeli mülteciler(!) istedikleri fakültenin, istedikleri bölümünün istedikleri sınıfından başlayabilecekler! Hiçbir belge ibraz etmeksizin yapacakları başvurularda belki üniversite kapısından girmemiş kişiler bile kendilerini üniversitelere kayıt ettirecekler! Hem de bu kadar kolaylığın üzerine 5 kuruş da para ödemeyecekler!
Yıllardır, okul ve dershane arasında yaratılan eğitim ikiliği içinde kaybolan; yanlış metotlarla adeta sınırları zorlanan; vasıfsız müfredatlar ile beyinleri oyalanan, “disiplin” adı altında zapturapt altına alınan; sıkıştırılmış programlarla sosyal hayattan kopartılan; üniversitelerdeki sayı ve kontenjan yetersizlikleri ve yoğun tempo nedeniyle psikolojileri bozulan; en güzel yaşları “vasıfsız eğitime” zayi olan biz gençlerin suçu Suriyeli, mülteci ve terörist olmamak mı? Dershaneler, etüt merkezleri, eğitim setleri gibi söğüşlemeye dayalı “eğitim sektörüne” dünya kadar para yatıran velilerin suçu “Türk vatandaşı” olmak mı?
Adalet ve Kalkınma Partisi, aylarca Türkiye gündemini eğitimde eşitsizlik var, türbanlı öğrencilerin eğitim hakları ellerinden alınıyor mottosuyla kılık kıyafet yönetmeliklerini sabote ederek oyalarken( Eğitim hakkının elinden alınması demek bireyin her şartta eğitim görememesi demektir. Türbanlı hanımlar türbanlarını çıkardıkları sürece eğitim görebildiklerine göre bu eğitim hakkının engellenmesi demek değil üniversitelere “siyasal” simge ile girilmesini engellemektir), 4+4+4 eğitim rezaletiyle “eşitsizlikleri giderdik” diyerek cumhuriyet ile hesaplaşırken bir kez daha “eğitimde eşitlik anlayışını göstermiş” oldu.
Türk halkı bu durumdan fena halde rahatsız... Başbakan Erdoğan eşbaşkanlık rüyasındayken yitip giden şehitler, eğitimden Atatürk’ün ve ilkelerinin çıkartılmaya çalışılması, Suriyelilere imtiyazlar tanınması, Suriyelilerin masraflarını karşılayabilmek, artan askeri giderleri dengeleyebilmek ve ekonomideki açığı kapatabilmek için korkunç zamların yapılması ve nicesi Adalet ve Kalkınma Partisine tepkilerin doğmasına neden oluyor. Özellikle son dönemde Atatürk ve Cumhuriyet değerlerine yapılan saldırılar halkı daha duyarlı hale getiriyor. Yapılan bu dönüştürme süreci ve Arap Baharı’nın sonunda AKP’nin eksileri onu götürmeye yetecek, partide başlayan panik halini tölare etmek için yapılan parti birleşmeleri kaçınılmaz sona fayda etmeyecektir! Tarih yaşanılan bu dönemi de asla ve asla affetmeyecektir!
Gündem Gazetesi 27.09.2012
20 Eylül 2012 Perşembe
SEN DEMOKRASİYE GELMEZSEN DEMOKRASİ SANA GELİR!
ABD için Suriye tam bir kangrene döndü! Hedefteki ülkeye her
daim demokrasi götüren ABD bu sefer dirayetli çıkan Esad’ın ülkesine
demokrasiyi götüremedi! Yıllardır eğitilen, çok iyi sosyoloji ve psikoloji
bilen provokatörler; devletin her kademesine yerleştirilip ülkeyi felç eden
işbirlikçi ajanlar; tekel altındaki basın; bölge ülkelerin kukla başbakan ve
kralları, büyük halk desteğini arkasında bulunduran Esad’a diş geçiremedi!
“Uluslar
arası camia” denen belli çıkarlara hizmet eden topluluklar da tüm manevralara
ve izlenilen manipülatif siyasete rağmen bekledikleri sonucu alamadı, henüz ne
bölgeyi bölmeye hasıl olabildi ne de finans diktatörlüğü inşa etmek üzere
Esad’ı devirebildi…
ABD son dönemde sessiz, çünkü seçim arifesinde! Ne savaş ne ambargo ne de “git” çağrısı… Tık yok, seçim öncesi risk almak istemiyor. Bu noktada iş tabi ki Türkiye’ye kalıyor! ABD sessiz kaldığı bu dönemde yerine bakan Türkiye’ye sürekli misyonunu hatırlatıyor! Öyle ki dur durak bilmeyen gizemli bir trafik var iki ülke arasında! Üst rütbeli askerlerden, istihbaratçılardan ve siyasetçilerden biri geliyor, biri gidiyor! Türkiye’ye atılacak adımlar sürekli öğretiliyor! Büyük gizlilik içinde yapılan toplantılarda bizim geleceğimize şekil veriliyor!
ABD son dönemde sessiz, çünkü seçim arifesinde! Ne savaş ne ambargo ne de “git” çağrısı… Tık yok, seçim öncesi risk almak istemiyor. Bu noktada iş tabi ki Türkiye’ye kalıyor! ABD sessiz kaldığı bu dönemde yerine bakan Türkiye’ye sürekli misyonunu hatırlatıyor! Öyle ki dur durak bilmeyen gizemli bir trafik var iki ülke arasında! Üst rütbeli askerlerden, istihbaratçılardan ve siyasetçilerden biri geliyor, biri gidiyor! Türkiye’ye atılacak adımlar sürekli öğretiliyor! Büyük gizlilik içinde yapılan toplantılarda bizim geleceğimize şekil veriliyor!
Sürecin
sonunda en zararlı çıkacak ülke Türkiye. Vaatler Türk politikacıların gözlerini
öylesine kör etmiş olmalı ki Türkiye’nin geçeceği süreci, bölgedeki halk
hareketlerinin (bilinçli tetiklenen ve yönetilen) nasıl gelişeceğini ve
kendilerinin akıbetleriyle ilgili büyük resmi görememekteler! Bunun için
tarihten ders almak çok önemlidir. İktidarda bulunanlar Atatürk dönemini
karalamak yerine ders almak için tekrar okumalıdırlar. Zira
Atatürk’ün izlediği Ortadoğu siyaseti bugün izlenenin tam askine Türkiye
çıkarlarına hizmet etmektedir. Bölgenin Türkiye için stratejik ve kültürel
öneminin “farkında” olan Atatürk, bölge ülkeleriyle ilişkilere çok önem vermiş,
Sadabat Paktını kurmuş; milli mücadelede de örnek olduğu halklara devlet modeli
olarak da önderlik etmeyi, sosyokültürel, askeri ve ekonomik işbirliği yapmayı
hedeflemiştir. Bölgesel kalkınmanın birlik sağlanarak gerçekleşeceğinin ve bir
güç oluşturulabileceğinin farkına varmış ve siyasetini bu yönde çizmiştir.
89 yıl
önce bugün olanları görebilen bir liderin ülkesinde, bugün iktidarda bulunanlar
2 yıl sonrasını görememektedirler ya da görmek istememektedirler! Suriye’de
izlenen siyaset Türkiye’nin bölgesel çıkarlarıyla tamamen çatışmaktadır. Bugün
konuşulan tampon bölge ve askeri müdahale seçeneklerinde Türkiye maşa olarak kullanılmak
istenmektedir. Her ikisinin sonucu
Türkiye’yi felaketlere sürükleyecektir.
Koalisyon güçlerince Irak’ta
kurulan son tampon bölge kalktığında karşımızda iyi eğitilmiş, silahlandırılmış
PKK ile karşılaşmıştık! Bu kez de neyle karşılaşacağımız bellidir! Şimdiden
sınır bölgelerinde İslami terör örgütlerinin üyeleri, Mossad ve CIA ajanları
konuşlanmış, serbestçe gezebilmektedir! Bölge tamamen izole edilmiştir, ne
çirkinliklerin yaşandığı belli değildir! Aktarılan haberler ve bilgiler gerçeklikten uzaktır! Özellikle bu durumda
en çok tedirginlik yaşayan Hatay halkı, sindirilmeye çalışılmakta, ortaya bir
irade koymaları sert müdahalelerle engellenmektedir. Sizce de bu halk devrimine
destek veren bir zihniyetin yöntemi midir?
Suriye’nin düşmesi demek
Türkiye’nin düşmesi demektir! Türk politikacılarımız aldıkları vaatlerle
olacakları görmeyebilir ya da görmezden gelebilirler ama bir bahar da
Türkiye’nin kapısındadır! Bugün PKK’nın yaptığı bir iç savaş provasıdır… Birkaç yıl içinde bugün iktidara destek veren
halkımızın da olanlar karşısında ağızları açık kalacaktır. Tüm irademiz elimizden alındığında,
“Uluslar arası camia” tarafından susturulup dünyada yalnız bırakıldığımızda iş
işten geçmiş olacaktır. O zaman tüm bunlara destek veren politikacılarımızın
akıbeti de daha önce bu yapıların emirlerine amade olan diğer dünya
liderininkiyle aynı olacaktır!..
13 Eylül 2012 Perşembe
MODERN ÇAĞDA KÖLELİK
İlk insanlardan günümüze kadar
insanoğlu dönüm noktaları yaşamıştır. Her bir dönüm noktası insanlığın daha da
ileriye gitmesine, bugün ki medeni dünyanın kurulmasına ve yarın ki
medeniyetlerin devamına zemin hazırlamıştır.
Hukuk sisteminin oluşturulmasından tutun
da ilk demokrasi deneyimlerinin yaşanmasına; köleliğin kalkmasından, skolastik
düşüncenin yıkılıp aydınlanma çağının başlamasına ve Fransız İhtilali’yle
ortaya çıkan yeni düşünce akımlarına kadar birçok dönüm noktası yaşanmış,
modern dünyanın temelleri atılmıştır.
5000 yıldan
fazla süren bu keşfetme ve aydınlanma ile atılan modern medeniyetlerin temelleri, içinde bulunduğumuz yüzyılda
çatırdıyor. Modernize edilmiş hukuk sistemleri halkın refahını, güvenliğini
sağlayıp yaşamını kolaylaştıracağına devletin birey üzerindeki kontrol
mekanizması, koşulsuz şartsız itaat güvencesi haline gelmiştir. Yazılı hukuk
ilk kez ortaya çıktığında halkın sosyal haklarını düzenlerken daha sonraki
yıllarda toplum-devlet ilişkilerini düzenlemiş, kralların, padişahların halk
üzerindeki kesin hakimiyetini kırmayı amaçlamıştır. Sözüm ona bu aydınlanma
binlerce yıl önce yaşanmış olmasına rağmen modern(!) hukuk sistemlerine
baktığımızda hiçbir şeyin değişmediğini, çoğu devletin halk üzerinde en az
monarşiler kadar baskı kurduğunu, halkı demokrasi simülasyonlarıyla oyaladığını
görürüz.
Köleliğin
kalkması, insanların yasalar önünde ve sosyal hayatta eşit kılınması da uzunca
bir geçmişe dayanmaktadır. Peki, 21. Yüzyıl ile medeniyetlerin köleliği
kaldırıp da modern dünyanın temellerini attığı, günümüz dünyasını
şekillendirdiği dönemler arasında ne gibi farklılıklar vardır? Tek fark
kimsenin adının köle olmamasıdır.
Eski
çağlarda kölelik efendiye, zengine, ağaya kayıtsız itaat, ekonomik bağımlılık,
hiçbir güvenceye sahip olmadan insan onuru hiçe sayılarak yaşanılan bir
kurumdu. Şimdi ise bu büyük şirketlere kayıtsız itaat, ekonomik bağımlılık ve
güvenceye sahip olmamak, 21. Yüzyıl değerleri çerçevesinde kişisel onurun yok
sayılması şeklinde gelişiyor.
Dünya
pazarını ele geçirmiş büyük şirketler hemen hemen her ülkede, şehirde, semtte
tıkır tıkır işliyor. Biz de modern köleler olarak ya bu şirketlerde
çalışıyoruzdur ya da bu şirketlerin müşterileriyizdir.
Kapitalist devletlerin bu “küresel
şirketleri”, tüm dünya pazarındaki iş gücünü sömürüyor, az paralar ve
güvencesiz işçilik ile bireyi köle olarak kullanıyor. Ele geçirdikleri pazar
ülkelerinde sınırlı bıraktıkları iş imkanlarını lehlerine kullanıyor,
alternatifsiz işçileri kendi şirketlerine bağımlı hale getiriyorlar. Az parayla
çalışan işçiler hiçbir hak ya da güvence olmaksızın işten çıkarılabiliyorlar.
Bu
şirketlerde çalışan olarak köle olmasak bile yine kapitalizmin dayatması modaya
ve marka çılgınlığına köle oluyoruz. En son çıkan modelleri elde etme, çevremizden
bir adım önde olma hırsına kapılıp bu şirketleri abad ediyoruz. Kısaca bu
küresel şirketlerin ya çalışan köleleri oluyoruz ya da dayattıkları suni
mutluluk iksirlerinin müptelası oluyoruz!
İnsanları
köleleştirmekte medyanın rolü de çok büyük! Zihinleri şekillendirmede, size
“onların” istedikleri bilgileri verip yalan bir dünya; suni bir gerçeklik yaratmada
üstlerine yok! Hele de “sorgulama” gibi gereksiz(!) bir özelliğiniz de yoksa 7
milyarlık mutlu çoğunluktan oluverirsiniz… İdeal dünya vatandaşı, ayaklarındaki
prangadan habersiz kapitalizm piyonları…
Yıllarca
verilen mücadeleler, savaşlar yaşanan sancılar hepsi boşuna… Ne aydınlanma ne
gelişme ne de ilerleme kaygısı… Sadece bize çizilmiş, bizim için şekillendirilmiş
bir yaşamı tüketiyoruz… Yıllar yıllar
önce yıkılmış duvarları fark etmeden tekrar örüyoruz etrafımıza. Ufak
mutlulukların peşinden koşarken kayıp gidiveriyor elimizden onca mücadeleyle
elde edilen özgürlük eşitlik…
Kısacası
“Modern Dünya” adı verilmiş bir dönemde çoktan kapanmış çağları tekrar
yaşıyoruz, gelecek nesillere, ileriki medeniyetlere başladığımız noktadan çok
daha ileride, bulunduğumuz (ya da bulunmamız gereken) noktadan daha da aydınlık
bir gelecek bırakamıyoruz.
Gündem Gazetesi 13.09.2012
5 Eylül 2012 Çarşamba
DİYANET AMACINDAN SAPTI!
Atatürk İlkeleriyle ve başta Laiklik olmak üzere
Cumhuriyetin temel taşlarıyla oynanılan şu dönemde Türkiye’deki din kavramını
bir nebze de olsa dengede tutan; bağnaz, aşırı radikal ve molla sınıfın
etkinliğini biraz da olsa azaltan Diyanet İşleri Başkanlığı artık amacından
saptı, misyonunun dışına çıkmakla birlikte, yasalarca belirtilen yetkilerini de
aştı.
Halbuki
Diyanet İşleri’nin kuruluş amacı Osmanlı’da mollalarca, din tüccarınca İslam’la
ilgisi olmayan inanışlar empoze edilen halka “gerçek” İslamı öğretmek, Kuran’ı
Türkçe’ye çevirerek insanlara kendi
dillerinde ibadet şansı tanımaktı; bireyle yaratıcı arasında duran din
tüccarlarını ortadan kaldırarak İslam rönesansını başlatmaktı. İnsanlara din
kisvesi altında empoze edilen bağnaz, köhne düşüncelerin yerine bilimsel,
çağdaş yani ticareti yapılmayan -gerçek- İslam anlayışını öğretmekti.
Bugün
gelin görün ki Diyanet’in en tepesinden, aşağılarındaki kadrolara kadar hepsi
bu amaçtan sapmış; mollaların sapkın din anlayışına sıkı sıkıya sarılmışlar…
Hatta bu durum öyle bir hal almış ki ülkenin doğu kentlerine molla atamaya
başlamışlar! “Sevilen, sayılan, sözü geçen” kişilerden seçilen, molla demek
infiale yok açar diye “mele” denilerek geçiştirilen bu grubun asıl amacı nedir?
Devletten maaş alan bu kişilerin camilerde çalışması için “sevilen, sayılan ve
bölge halkı arasında sözü geçen” kişiler içinden seçilmesinin nedeni halka
sözlerini dinletmek ve din tüccarlığı etmek midir? Köhnemiş, radikal, zındık
bir zihniyetin insanları tekrar ele geçirmesi midir?
Zira
bugün halen görevlerini sürdüren imamlar bu endişeleri körüklemektedirler.
Verdikleri vaazlar, yaptıkları açıklamalar kan donduran cinsten… Türkiye’nin en
doğundan en batısına kadar bu imamlar verdikleri vaazlarda sıklıkla Laikliği ve
sosyal hayatı hedef alıyor, Atatürk’e ve
Cumhuriyete hakaret ediyorlar.
Yozgat
Müftüsünün verdiği “eşinin kafası açık olan ve sokakta kadınlarla konuşan erkek
deyyustur” vaazı bunun en acı örneğidir. Anayasanın 136. Maddesine aykırı;
kurumun laik yapısına ters; kurumun
kuruluş amacının tam aksine insanları hurafe inançlara, radikalizme yönlendiren
ve sosyal hayatı baskı altına almayı hedefleyen; 88 yıl önce savaşılan bağnaz, köhne ve
sömürüye dayalı din anlayışının hortlamış halidir. “Çanakkaleliler yarı çıplak
dolaşıyor, yerleri cehennemdir” diyen Çanakkaleli imam da, “Allah şeriatı
ülkemize nasip etsin” diye dua ettiren Diyanetin hac görevlisi de, “çalışan
kadın aldatır” gibi söylemlerle kadının sosyal hayatta yok sayılmaya
çalışılması da, insanların farklı mezhep ve cinsel tercihlere karşı nefret
söylemleriyle doldurulması da bundandır.
Diyanetin
değişen yüzünde Diyanet görevlilerini ve AKP’li bakanları en çok rahatsız eden
Diyanetin bağımsız olmamasıdır. Artık iyiden iyiye Diyanet işlerinin Laik
olmasından duyulan rahatsızlık dillendirilmektedir. Anayasanın 136. maddesi
değiştirilmek istenmektedir! Bu maddede Diyanetin çalışma sınırları düzenlenmiş
olup, görevi belirtilmiştir. Madde aynen şöyledir; “Genel idare içinde yer
alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin
dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel
kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.”
Bu
maddeden rahatsız olan AKP’li bakan Bekir Bozdağ Diyanetin Laik olmaması gerektiğini
savunmuş ve yapılacak bir düzenleme ile 136. Maddeden Laiklik ibaresinin
kaldırılacağını söylemiştir. “Buradaki Laiklik anlayışı müdahaleci bir
Laikliktir” diyen bakanın söyledikleri şu anlama gelmektedir; Diyanetin Laik
bir kurum olmaması demek bir devlet kurumu olarak fetva verebilmesi demektir.
21. yüzyıl değerlerinden kopması, aynı 1900’lü yılların başında olduğu gibi
Anadolu’ya yine bir devlet kurumunca kontrolsüz, hurafe ve bağnazlıkla yüklü
bir İslam anlayışının empoze edilebilmesi demektir. Yapılmak istenen çok açık, değişim gözle
görülebilirdir…
Gündem Gazetesi 06.09.2012
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)