28 Mart 2013 Perşembe

İSRAİL ÖZÜR DİLEMİŞ…





         Çelişkilerle dolu bir süreç, çelişkilerle dolu bir özür ile son buldu. Başbakan Erdoğan’ın harika İngilizcesiyle koyduğu “van minüst” postası ile gerilen İsrail-Türkiye ilişkileri çok kritik bir dönemeçte düzeldi, İsrail özür diledi…
            Peki, geride bıraktığımız süreç gerçekten de bize lanse edildiği şekliyle mi gelişti? İsrail ve Türkiye gerçekten papaz mı olmuştu? Türk halkına lanse edilen “Türkiye süper güç oldu” imajı ne kadar doğruydu? İsrail Türkiye’den niçin özür diledi?
            Süreç aslında bize lanse edilenin tam tersi şekliyle gelişti. 2009 yılında İsrail’in Gazze’ye yaptığı dökme kurşun harekatı ile Başbakan Erdoğan ve kurmayları Gazze’de yaşanan duruma tek taraflı bakarak insanlık dramı yaşandığını her platformda dile getirmeye başlamıştı ağlayarak, sızlayarak ( her zamankinden!)… Çok geçmeden Davos’ta gerçekleştirilen bir forum’da Başbakan, Şimon Perez’i azarlayıverdi. İsrail, Türkiye ilişkileri birden gerileyiverdi… İsrail’le verilen ayarın(!) ardından Türk halkına öyle bir hava basıldı ki, sanki Türkiye bir gecede süper güç olmuş; dünyayı dize getirmişti. Halbuki, Türk basını Başbakan Erdoğan’ın esip gürleyen açıklamalarıyla bizleri oyalarken, yabancı basında Başbakan Erdoğan’ın sözleri hiçbir etki yapmamıştı. Zira Başbakan Erdoğan’ın ifadeleri İngilizceye çevrildiğinde gayet “sizli bizli”, metaforları ise “anlamsız ve anlaşılmazdı”. Dışarısının gördüğü sadece forumu “kendi söz alamadığı için forumu terk eden bir başbakandı”.
            Velhasıl, öyle ya da böyle İsrail’e gerçekten ayar çektik sandık… Süreci devam eden günlerde ise gerek hükümet gerek medya İsrail’e kin kusmaya devam etti. Ancak basının önünde İsrail’e verilen tepki, perde arkasında iki ülke ilişkilerinde bir değişiklik olmadığını bize fark ettirmedi. İsrail ile anlaşmalar yapılmaya, benzer çıkarlar üzerine politikalar uygulanmaya devam edildi. Öyle ki, daha Davos çıkışının üzerinden sadece dört ay geçmişti ki İsrail’le yapılan bir anlaşma gün yüzüne çıkıverdi! Türkiye, Suriye sınırındaki mayınlı arazileri 44 yıllığına İsrail’e kiralayacaktı. Kameralar önünde esip gürleyen; mangalda kül bırakmayan; İsrail’in bölgesel politikalarına lanet okuyan hükümet İsrail’e bölgesel çıkarı için bulamayacağı fırsatı altın tepside sunacaktı, Suriye’nin dibinde toprak devredecekti… Aynı yılın, yani 2009 yılının kasım ayında Barack Obama Iran ve Suriye’den, İsrail’e karşı gelebilecek balistik füze tehdidine karşı Türkiye’ye NATO füzeleri konduruvermeyi dillendirdi. Bu fikir ortaya atılır atılmaz 2010 yılında gerçekleştirilen NATO zirvesinde bu onay aldı, ancak kamuoyunun tepkisi çekilmesin; medya önünde yaratılan İsrail-Türkiye kavgası tehlikeye girmesin diye karar metninden Iran-Suriye ve İsrail isimleri çıkartılıverdi. Türk halkıyla resmen dalga geçildi…
            7 Nisan 2010 günü İsrail Dışişleri Bakanı Libermann ve Başbakan Erdoğan kameralar önünde bir Kudüs’ten bir Ankara’dan atışmışlardı. Başbakan Erdoğan İsrail’e firavun diyor, Libermann Başbakan Erdoğan’ı sonradan diktatör ilan edilen Kaddafi ve Chavez’e benzetiyordu. O gün İsrail-Türkiye kavgasından iyi prim yapılmıştı ancak ertesi gün bir gazete manşetinde iki ülke liderinin atışmasına rağmen, aynı gün İsrail ve Türk savunma bakanlarının sarılarak imzaladığı “milyon dolarlık savunma sistemleri anlaşmasını” kutladıklarını gösteriyordu ( Gazetenin bağlı bulunduğu medya gurubu daha sonra rekor bir vergi cezası ödedi).
            Bunlar kameralar önünde kavga edilirken “yanlışlıkla” gün yüzüne çıkanlar… Kim bilir, gün yüzüne çıkamayan neler yaşandı, kıyıda köşede neler imzalandı! İsrail’le Türkiye’nin gerçekte gergin bir süreç yaşamadığını anlamak için bu örneklere de pek gerek yok aslında. Bölgede üç yıldır devam eden iç savaşlarda, Nato müdahalelerinde, ülkelerin müdahale edilen iç işlerinde İsrail ve Türkiye’nin aynı doğrultuda, aynı amaçlar uğruna çabaladığını görmek zor değil. Kısaca İsrail ve Türkiye derin ilişkilerini hiç bozmazken Türk halkı ve bölge halkı üzerinde etki yaratması amacıyla sahte bir kavga çıkmıştı. Başbakan Erdoğan bu olaydan sonra Arap milletlerinin kahramanı olmuş, sadece bir yıl sonra Arap devletleri batılı ülkelerin dış müdahaleleriyle paramparça olmuştu. Başbakan Erdoğan işte bu sahte kavgadan elde ettiği nüfuzu, sempatiyi Arap milletleri üzerinde çok iyi kullandı… Türk halkı da bu sahte “süper güç” oyununda iyice kabarmışken, ülkesi “Yugoslavya” ile aynı kaderi paylaşacak sürecin sonuna geldi, neo-osmanlı havasıyla bulutların üzerinde uçarken bunun farkına varmak mümkün olmadı…
            Bugün hükümet dilenen özür ile çok büyük bir zafer kazanıldığını, bu sefer dünyanın tek hakimi olmuşuz edalarıyla reklam yapa yapa televizyonlarda bağırmaktalar. Yalan küslüğün ardından gelen yalan bir özrün, hem de zamanlaması mükemmel olup da bizlere Diyarbakır’da PKK propagandasını unutturacak şekilde gelmesi, İsrail’in hükümete bir kıyağıdır herhalde. Özür Ortadoğu’nun gireceği yeni süreçte, İsrail ve Türkiye’nin politik ve askeri alanlarda daha senkron çalışacağını işaret ediyor. İki ülke ilişkilerinin halkın önünde çelişmemesi ve İsrail’in Türkiye’de yaratılan kötü imajının silinmesi için özür çok önemliydi. Önümüzdeki günlerde televizyonlarda İsrail ile ilişkileri seyredeceğiz sadece… İsrail’i bir ayda gözümüzde “kakaya” çeviren veya lanet okunan bir terörist başını 3 günde “barış elçisi” yapan basın bizlere “kaka İsrail’i unutturup”, “cici” İsrail’i yazacak, çizecek, öğretecek!..


                                                                                                                     Gündem Gazetesi 28.03.2012

14 Mart 2013 Perşembe

ARAP BAHARI TÜRKİYE’DE!




           Değerli okurlar, daha önceki birçok yazımda Arap Baharı’nın Türkiye sınırına dayandığını, Suriye’den sonraki hedefin Türkiye olduğunu sizlere aktarmıştım. Bugün yaşadığımız süreci iyi anlayabilmek için öncelikle Arap Baharı acısını sınırımızda yaşan Suriye’de ve Ortadoğu’nun dönüşümünü isyanla değil savaşla geçiren Irak’ta neler olup bittiğini iyi bilmek ve analiz etmek gerekir.
            Suriye hükümeti, ülkenin kuzeyindeki kontrolünü tamamen yitirmiş durumda. Türkiye ile olan sınır kapılarını bile El-Kaideli ve PKKlı teröristler kontrol ediyor. Suriye, Türkiye’nin en uzun kara sınırı olduğu ülke ve bu uzun sınırın %75’i El Kaide’nin , %25’i PKK’nın elinde bulunuyor. Suriye’nin Kuzeydoğu bölgesi tamamen Kürtlerin elinde ve neredeyse bağımsız statüde… Bölgeyi ele geçiren Kürt inisiyatifi dış anlaşmalar gerçekleştiriyor, teröristlerden oluşan “kolluk kuvvetleri” bölgenin asayişini sağlıyor. Bölgenin siyasi kontrolü PKK’nın uzantısı olan Suriye Demokratik Birlik Partisi ve Kürt Ulusal Konseyi’nin elinde bulunuyor. Bölge kontrolünü 2012’nin yaz başında ele geçiren Kürt gruplar; aynı yılın Ağustos ayında Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimiyle birleşme kararı aldı ve Kuzey Irak’tan askeri gruplar bölgeye sevk edildi. Yani, Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimiyle, Suriye Kürtleri fiilen birleşmiş oldular; Bağımsız Kürdistan hülyasının “güney” kısmı bağımsızlığa hazır ve nazır hale getirildi.
            Yaşanan bu süreçte Türkiye çok tehlikeli bir dönemeçte, içler acısı bir sürece girmek üzere… Yeni anayasa paketinin Türkiye’yi bir rejim değişikliğine ve bölünmeye götürmesi ise an meselesi. Özellikle Kürt Sorununu çözmek için devletin terörist başı Abdullah Öcalan’a başvurması “çözüm yolların” çözüme çıkmadığını açıkça göstermektedir. Devletin kendi elinde hükümlü olarak tuttuğu Öcalan’a sanki dağda barış antlaşması yapmaya gider gibi gidip diyalogda bulunması ne yaman çelişkidir?
            Bu ortamda BDP’nin düzenleyeceği “Öcalana özgürlük Kürtlere Statü” mitingleri bir provokasyon dizisidir ve Türkiye’yi bu sürece sokanlarca da desteklenmektedir. Mitinglerin düzenleneceği 41 il ve 88 ilçe olmak üzere 129 nokta ustaca seçilmiş, provokatif amaçlar için tarihleri de ustaca belirlenmiştir. Mitinglerin yapılacağı kentlerin çoğu BDP’nin politik gücünün olmadığı ve etnik olarak çok az Kürt kökenli vatandaşın yaşadığı kentlerdir. Bu kentlerde hatırı sayılır milliyetçi çoğunluğun yaşaması ise dikkat çeken diğer noktadır.
            Apolitik olup, süreci yeterince tahlil edemeyen kesimleri kışkırtmak için de maçlar iptal edilmekte, organizasyonlar ertelenmektedir. BDP mitinglerine duyulan öfke bu faktörler ile giderek artmaktadır. Zaten BDP’nin Samsun ziyareti ve Kadıköy’de düzenlediği miting 17-18-19-20 ve 21 Mart’ta düzenlenecek “Öcalana özgürlük, Kürtlere statü” mitinglerinin provası niteliğinde yapılmış; Türk halkının tepkisi ölçülmüştür.
            Birçok aşırı milliyetçi grup, bu mitingler için sosyal medya üzerinden organize olmaktadır. Bu mitinglerin kutuplaştırılan iki grup arasında çatışmalara neden olacağı gün gibi ortadadır. Arap Baharını yaşayan ülkelerde kalabalıkların sosyal medya üzerinden bazı olaylar karşısında kışkırtılması ve sokaklara dökülüp ülkelerin iç karışıklıklara sürüklemesi, BDP mitinglerine internet ortamında verilen tepkiyle aynıdır. Türkiye, Arap Baharı’nda yapılan provokasyonun aynısına sahne olmaktadır.
            Mitinglere gösterilecek tepkiler şiddet boyutunu aşarsa ( ki sosyal medya üzerinden tepki gösterip örgütlenen grupların söylemleri aşırı nefret doludur) olayların iki etnik grubun çatışmasına dönülmesi çok büyük bir olasılıktır. Zaten amaçlanan da budur!
            Bu mitingler ustaca hazırlanmış, Türkiye’nin ve bölgenin içinde bulunduğu karışık günlerde mükemmel zamanlamayla gerçekleştirilecektir. Mitinglerin yapılacağı iller de halkı kışkırtmak, ülkeyi Arap Baharıvari bir havaya sokmak için ustaca belirlenmiş; kentler ve tarihleri akıllıca seçilmiştir. Vatandaşlarımızın bu provokasyona gelmemesi, Türkiye’yi iç karışıklıklara sürükleyecek şiddet eylemlerinden kaçınması hayati önem taşımaktadır. Tepkilerin ölçülü bir biçimde ortaya konması, kaos bekleyenlerin heveslerini kursaklarında bırakacaktır!


                                                                                                                      Gündem Gazetesi 14.03.2013
            

7 Mart 2013 Perşembe

GERİ DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOL




         Türkiye’nin girdiği yeni süreç 11 yıllık AKP iktidarınca yapılan icraatların son kulvara girdiği süreçtir. Geçtiğimiz on bir yılın icraatları meyvelerini bu süreçte verecek; on bir yıl boyunca duyguları silinip, tepkileri ellerinden alınan; hafızaları kısa devre yaptırılıp uyutulan halk yepyeni bir düzene geçerken derin uykusundan uyanmayacaktır.
Erdoğan-Gül-Arınç büyüklerimizin iktidara hasıl oldukları günden bu yana dillerinden düşürmedikleri alıştıra alıştıra değiştirme dönemi şu günlerde sona eriyor. Çünkü sıra asıl yapılmak istenene geldi. Alıştırma evresi o kadar başarılı oldu ki, halk terörist başıyla yapılan görüşmelere kılını kıpırdatmıyor; Türklük tartışmaları içinde ülke kavrulurken bir ah dahi demiyor…
Hedef başkanlık sistemi ve federal sistem… AKP kendini Başkanlık sistemini %100 hayata geçireceklermiş gibi hazırladı. Federal sistem ise başkanlık sisteminin olmazsa olmazı… Yeni anayasada hem başkanlık sistemi, hem de federal sistem yer alacakken; Türklük başta olmak üzere Atatürk Cumhuriyetinin birçok mihenk taşı yerle bir edilecek.
            Zaten son yıllarda hızlanan Atatürk Cumhuriyeti’nin tasfiyesi böylece finale ulaşacak, II. Cumhuriyet dönemi başlamış olacak. Anayasadan kaldırılacak Türklük kavramının yanında en büyük tehlikeyi “Devletin Şekli”, “Cumhuriyetin Nitelikleri”, “Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti”ni belirten ilk üç maddenin değişmezliğinin teminatı sayılan anayasanın 4. maddesi değiştirilerek yerine zaten anayasanın içinde var olan devletin temel amaç ve görevleri maddesi konduruluverecek. Yani “Devletin Şekli”, “Cumhuriyetin Nitelikleri”, “Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti”ni belirten ilk üç maddenin değişmezlik hükmü ortadan kalkacak. Beyinlerimiz ona da alıştırıldığında laikliğin, demokrasinin ve sosyal hukuk devleti yapısının anayasadan çıkarılması önünde hiçbir engel kalmamış olacak.
İktidara geldiklerinde her ne kadar milli görüş gömleğini çıkardık dese de Başbakan Erdoğan’ın Refah partisi belediye başkanıyken sarf ettiği “demokrasi bizim için amaç değil araçtır” lafı “gerçek amacı” gözler önüne seriyor. AKP’nin bu sürece giderken attığı adımların daha o günlerden sonuçlarını öngörenler paranoyaklıkla suçlanırlarken, öngördükleri her sonuç yaşandı. Bundan sonrası için yapılan öngörülere de paranoya damgası vurulsa da on bir yıllık AKP iktidarı tecrübesiyle sabit, bunların paranoya değil gerçekler olduğu ortadadır! Başkanlık sistemi bir neo padişahlık dönemine; federal sistem Türkiye’nin çatır çatır bölünmesine yol açacaktır. Anayasadan çıkartılan, başta Türklük kavramı olmak üzere Atatürk Cumhuriyetinin mihenk taşları yerinden oynatılacak ve en sonunda da neo padişahlık anayasanın 4. maddesinin yokluğunun rahatlığıyla bir Cumhuriyete tamamen son verme gücüne sahip olacaktır. Herhangi bir karşı hareket olmadıkça sürecin bu şekilde seyredeceği aşikardır.
Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın başta Kürt açılımı olmak üzere anayasa sürecine destek vermeyecek partiler ile ilgili sarf ettiği “desteklemezlerse kendileri oy kaybeder, ama süreç başarılı da olsa başarısız da olsa AKP oylarını korur” lafı ayak sesleri duyulan neo padişahlığı açıkça ilan etmekte ve iradesini ortaya koyan halkla alenen dalga geçmektir.
AKP anayasanın geçeceğinden de %100 emin. BDP ile anlaşmasını yaptı, al başkanlığı ver federalizmi. İşini sağlama alan AKP herhangi bir anlaşmazlıkta yedekte referandum seçeneğini tutuyor. Ne de olsa kendileri ortaya boş bir defter koysa “evet” alacaklarını biliyor…
Değerli okurlar bu süreç basın ve yayın organlarının da yardımıyla zihninizi allak bullak ederek devam ediyor. Demokrasinin “d” si olmayan bu sürecin bizi Yugoslavya gibi parçalanmaya, kökten bir rejim değişikliğine götüreceği aşikar. Tek hatırlamanız gereken egemenlik halka 5 yılda bir ait değildir!


                                                                                                         Gündem Gazetesi 07.03.2013