30 Eylül 2014 Salı

DÖVME YASAK!





            Siyasal islam unsurlarına demokrasi adı altında serbestiler getirilip dururken, diğer yandan birçok hak ve özgürlük Türk insanının elinden alınmaya devam ediyor. İslam amacıyla demokratikleşirken, demokrasi aracıyla İslamlaşıyoruz. Gelin görün ki getirilen son yasaklardan biri ise DÖVME.
***
Ancak yasaklanan, polislerin 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz’ı katlettiği “dövme fiili” değil!
***
Gözaltında kaybolma tamlamasını dünya literatürüne kazandıran yetenekli(!) polisimizin sorgu sırasında vahşice dövdüğü insanlara da müjde değil bu yasak…
***
Hele sokakta kendisine kimlik soran polislerin gazabına uğrayarak komaya sokulan Yılmaz Kuşçu’nun, parkta şarap içtiği için polisler tarafından dövülerek beyin kanaması geçiren 21 yaşındaki Güney Tuna’nın, Gezi Parkı eylemleri sırasında birçok kentte polis dayağından hastanelik olan on binlerce insanın, Antalya’da bir otoparkta polis tarafından dövülen gençlerin başına gelen şey değil yasaklanan…
***
Adına aldanılmasın, aslında bu yasak devlet tarafından terk edilen, kocaları tarafından dövülen 19 yaşındaki Yeşim Ş’nin, yürüme engelli Yıldız Ü’nün, 16 yaşındaki G.D’nin, 2 aylık hamile Ayşe Ç’nin, 27 yaşındaki Mehtap Ç’nin ve onlar gibi yaşamını yitirmiş veya geri dönülmez zararlar görmüş binlerce Türk kadınının hayatına hiçbir kolaylık da getirmeyecek.
***
Nevşehir’de “HIRSIZ VAR” diye protestoda bulunan İbrahim Alıcı’nın başbakanlık korumaları tarafından dövülmesi, Tayyip Bey’in(!) konvoyunu protesto ettikleri öne sürülen 3 kişinin başbakanlık korumalarınca cipe sokulup bir temiz dövülmesi de balkondan ayakkabı kutusu gösteren İzmirli kadının başbakanlık korumalarınca dövülmesi de değil yasaklanan.
***
Başbakan danışmanlarının vatandaşı yere yatırıp dövmesi de yasaklanmadı.
            Hele hele külhan beyi pozlarındaki başbakanın “Yahudi dölü” diyerek vatandaşını dövmesi hiç mi hiç yasaklanmadı!
***
Yasaklanan ne biliyor musunuz? Gençlerin kollarına, vücutlarının farklı yerlerine yaptırdıkları dövmeler… Artık örgün öğretim kurumlarına dövme ile giremeyecekler. Dövmesi olan öğrencilerin derileri mi yüzülecek bilinmez ama insan vücudunun çeşitli yerlerindeki motifler eğitim sistemini çok gerilere götürüyor olsa gerek. Türbana demokrasi adına serbesti getirilirken dövmeye yasağın islam adına getirildiği ise aşikar. Malumunuz dövme yaptırınca abdest falan alınmıyormuş ya… Oysa ne garip değil mi? Yukarıda kendilerine abdestli diyenlerin yaptığı korkunçlukları yazdım. Onların yaptıkları halen yasaklanmadı ve yanlarına kar kaldı. O yüzden dövme yaptıran çocuklardan korkmayın abdestsiz kalacak diye, en kötü yukarıdaki ağabeyleri gibi “abdestli” oluverirler!

                                                                                                         Gündem Gazetesi 30.09.2014
           

26 Eylül 2014 Cuma

TÜRBAN

            Değerli okurlar, bu hafta Türkiye’de laik eğitim sistemine son verildi. Yeni Türkiye’nin okullarda kılık kıyafet yönetmeliğini düzenleyen yeni yasası uyarınca artık türban, kara çarşaf, peçe, takke ve cüppe örgün öğretim kurumlarında ( ilkokul ve liselerde) serbest! Önceden ilgili yönetmelikteki yasaklar kızlar için mini etek, makyaj, toplanmamış saç, saç boyası ve ojeyi yasaklarken erkek öğrenciler için ise sakal ve uzun saçı yasaklıyordu. Ancak getirilen yeni kıyafet serbestisi(!) ile sadece türbana ve cüppeye yeşil ışık yakıldı, okullarda kız öğrenciler için mini etek ve saç boyası, erkekler için uzun saç halen yasak. Değerli okurlar, AKP iktidara geldiği ilk günden bu yana türbana demokrasi adına özgürlük verilmesi gerektiği takkiyesini yapıyor. Bunu inandırıcı bulan liboşlar veya büyük çoğunluğu apolitik olan seçmen kitlesi yutuyor veya yutmuş gibi yapıyor olabilir. Ancak türbana getirilen serbestinin gerçekten demokrasi kaygısı güdülmeden yapıldığı gün gibi ortada! Adalet ve Kalkınma Partisinin 12 yıllık icraatlarına bakarsak demokrasi adına hiçbir adım attığını göremeyiz. Türkiye’de demokrasi uzun yıllardır kan ağlıyor! Birçok azınlık dinin, etnik kökenin, yaşam tarzının hakları bir bir ellerinden alınıyor, mahalle baskısına maruz kalıyorlar, nefret cinayetlerine kurban gidiyorlar. Özellikle son yıllarda bizzat başbakan ve cumhurbaşkanları nezdinde nefret söylemlerine maruz kalıp, hedef gösteriliyorlar. Türkiye’de Alevilerin hiçbir inanç hakkı yok. Okullarda din dersi adı altındaki Sünni islam öğretilerini öğrenmek zorunda bırakılıyorlar, ibadethaneleri olan Cem Evleri ibadethaneden sayılmıyor, inşa edilmiyor! Museviler her gün zan altında yaşıyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakan iken sarf ettiği “Yahudi dölü” gibi nefret söylemlerine maruz kalıyorlar. Onları hedef gösteren AKP’ye yakın gazete yazarları ceza almadıkça cüretleniyorlar! Eşcinseller ise resmen yok sayılıyorlar. Anayasaya cinsel yönelim maddesi ısrarla konulmuyor, heteroseküel çoğunluk içinde eziliyor, nefret cinayetlerine kurban gidiyorlar. Eşcinseller üzerinden nefret söylemi geliştirmek ise gayet olağan bir durum olarak karşılanıyor! Yukarıdakiler gibi hakları gün be gün ellerinden alınan birçok azınlık grup mevcut ülkede. Üstelik, bu grupların hakları bal gibi de “islama aykırılıktan” yok edilirken, türbanın kamu çalışanlarına, milletvekillerine, ilkokul ve lise öğrencilerine “demokratik haklarını teslim etmekmiş” gibi lanse edilmesi büyük bir riya, ülkenin eksen kaymasına eşi görülmemiş bir paravan ve omurgasızlıktır!
            Bizler AKP hükümetinin türbana ve diğer siyasal islam simgelerine getirdiği serbestilerin bugüne kadar demokratik bir amaç gütmediğini anlattık durduk. Tayyip Erdoğan’ın da ifade ettiği gibi burada demokrasinin “amaç değil araç olduğunu” ifade ettik. Batının laik sistemlerinde türbanın din ve vicdan özgürlüğü sayıldığı şeklindeki takkiyeye “Türkiye’nin karakteristik özelliklerinin farklı olduğunu, sadece 90 yıllık bir cumhuriyetin ve 77 yıllık bir laik sistemin Müslüman çoğunluklu bir ülkede oturmasının zor olacağından bahsettik” ancak islamofobik olarak yaftalandık. Üstelik türban ve diğer siyasal islam ögelerinin zaman ve şartlar içinde toplum ve rejim kaldırabilecek olgunlukta olduğunda kullanılmasından yana taraf olmamız bizim islam düşmanı ve türban hazımsızı olmamızı engellemedi. 2008 yılında üniversitelere türbanın sokulması gündeme geldiğinde Türkiye’de çok büyük tartışmalar yaşanmıştı, hatırlayacaksınız. Tartışmaların odağında ise bu serbestinin sadece üniversitelerle sınırlı kalmayacağı, mezun olan türbanlı hanımların kamu çalışanı olduklarında da türbanı meslek hayatlarına sokmak isteyeceklerini, ayrıca hükümetin sadece kamuda serbestlik değil ufak yaştaki çocuklara da okullarda bu siyasal İslamcı simgeyi kullanmaya olanak sağlayacaklarını bir kaygının ötesinde bir kesinlik olarak ifade etmiştik. Yine islamofobik olarak suçlandık. Laik rejimin teminatını ise bizzat dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’dan almıştık! Hatta, büyük bir sinir ve hınçla “türbanı ilkokul ve liselere de sokacağız” diyen AKP milletvekilinin bizzat AKP’liler tarafından meclis disiplin kuruluna sevk edilişini izlemiştik. Ama gelin görün ki “laik elitin kaygısı” şeklinde adlandırılan öngörüler bir bir gerçek oldu. Türban, üniversitedeki serbestinin ardından önce kamuda sonra da örgün öğretimde ( ilkokul ve liselerde) serbest oldu. Siyasi atmosfer o kadar ağır ve politik çarpıklık o kadar büyük ki bugün bu serbestinin gelmesi ile ilkokuldaki çocukların ve ergenlik çağındaki liseli gençlerin saçları açık veya saçları kapalı olarak sınıflarında ve arkadaş ortamlarında azınlık olarak kalmalarının ve ayrımcılığa uğrama ihtimallerinin bireyler üzerinde ne derece yıkıcı etkileri olabileceğini konuşamıyoruz. Çünkü bu gelen serbesti bütün “öngörülerimizi” doğru çıkarmakla birlikte, Türkiye’de kurulmak istenen İslamcı hayat tarzının daha da derinleşeceğinin ve laiklik tehlikesinin hat safhada olduğunu bizlere göstermekte. Eğitim sisteminin bu dönemecinde kız-erkek okullarının İran’daki gibi ayrılmasına çok da uzak değiliz. Hükümetin türban konusunda demokrasi havarisi olduğu ancak diğer konularda “benim diyen diktatörün eline su döktürmeyecek” hayat tarzına uyguladığı kısıtlamalar bize göstermektedir ki, yarın önce kamudaki hanımlarımız için, ardından da tüm hanımlarımız için türban zorunluluğunun gelmesi, laik hayat tarzının tamamen yok edilmesi ve “gerçek anlamıyla” modern hukuk devletinin ilga edilmesi çok uzak değildir. Dün dile getirdiğimiz çekincelerimize “islamofobik kaygılar” diyen kesimlerin bugün yaşadıklarımızı tahlil ederek yarın bizi bekleyen geleceği görmeleri herhalde artık zor değildir.
 
                                                                                                                     Gündem Gazetesi 26.09.2014

11 Eylül 2014 Perşembe

CHP’NİN VAR OLMA SANCILARI





               Ekmeleddin İhsanoğlu isminin başarısızlığının ardından parti içindeki muhalefetin istifa çağrısı üzerine kurultaya gitme kararı alan Kılıçdaroğlu yeniden CHP genel başkanı seçildi. Kılıçdaroğlu’nun kurultay konuşması Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde ve sonrasında yaptıkları kadar samimiyetsizdi. Kılıçdaroğlu konuşması boyunca CHP’nin sağa kaydığı iddialarını reddederek CHP’nin geçmişi boyunca yaptığı üç devrimi öne sürdü. Ancak gerek parti teşkilatları, gerek tüzük gerek de genel merkezin takındığı tavır CHP’nin sağa kaydığını göstermeye yeterli. Bakın, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından kurultaya giden süreç dahi ziyadesiyle antidemokratikti. Kılıçdaroğlu’nun atıfta bulunduğu üç devrimden sonuncusu olan Sosyal Demokrasinin Türkiye’ye gelişi sadece kurultaya giden sürece baktığımızda çökmüştür. Büyük bir samimiyetsizlik ile muhafazakar kesime göz kırpma amacıyla Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday gösterildiği süreç zaten antidemokratik ve sosyal demokrat bir parti yapılanmasıyla bir arada telaffuz edilemeyecek bir tutumdu. Üstelik “İhsanoğlu başarısızlığının” ardından Kılıçdaroğlu’nun direkt olarak istifa etmemesi kendisinin sosyal demokrasi konusunda ne denli samimiyetten uzak olduğunu gösterir nitelikte. Seçimin hemen ardından parti içindeki muhalif seslerin gerek disiplin organları devreye sokularak gerek de genel başkan ve parti sözcüleri nezdinde linçe uğratılıp susturulmaya çalışılması ve Kılıçdaroğlu’nun 2015 genel seçiminde milletvekilliği uman delegelerin imzasının arkasında saklanarak tekrar genel başkanlığa aday olması CHP’de korkutan bir Erdoğanvari yapılanma sezdiriyor!
            Ayrıca, Kılıçdaroğlu’nun listesinde yer alan ve parti meclisine girmeyi başaran Mehmet Bekaroğlu gibi Refah partili ve diğer sağ partilerden devşirme zatların parti meclisinde oluşu ziyadesiyle rahatsız edicidir! Gerek milletvekilli gerek Cumhurbaşkanı adayı gerek parti meclisine sokulan sağcı veya İslamcı ideolojideki kişiler parti tabanında da ciddi rahatsızlık uyandırmaktadır! CHP’nin parti tabanı özellikle son dönemde genel merkeze ciddi sinyaller göndermektedirler. Bakınız, Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları buna yeterli bir örnektir, CHP tabanında milyonlar adayı boykot etti, İslamcı bir isme oy vermedi. Kılıçdaroğlu tüm yaptıklarıyla çelişkiler zinciri oluşturacak şekilde CHP’nin bir sol parti olduğunu öne sürse de parti tabanı bu masallara prim vermiyor. CHP seçmeni bu rahatsızlığını “tartışılmasına izin verilmese de” ciddi biçimde haykırıyor! Öte yandan parti meclisine liste delip giren Fikri Sağlar, Özgür Özel, Aykut Erdoğdu ve Ali Özcan gibi sol isimler delegeden genel başkana bir başka uyarı mahiyetinde! Çok eskiden beri CHP’de gelenek haline gelmiş genel başkanı sorgulayan, parti politikalarını eleştirip CHP’yi daha da ileri taşımayı hedefleyen ancak her zaman genel merkez tarafından ekarte edilmiş, önü kesilmiş ve yerlerine yağdanlıklar yerleştirilmiş isimlerin liste delmeleri delegeden, dolayısıyla parti tabanından Kılıçdaroğlu’na “yeter” uyarısı ve sosyal demokrasinin parti içinde acilen tesis edilmesi için verilmiş bir alarm! Kılıçdaroğlu’nun aldığı 740 oya karşılık 415 oy alan Muharrem İnce’nin kurultayda aldığı oy oranı ise gayet ciddi bir rakam. Kılıçdaroğlu’nun tutumunun değişmezse parti tabanındaki değişim isteğinin sadece bir temenni olarak kalmayacağını göstermeye yetecek bir sayı. Öte yandan iki adayın oyları karşılaştırıldığında Kılıçdaroğlu’na adaylık için ıslak imza veren 944 delegenin önemli bir kısmının gizli oylamada Muharrem İnce’ye kaydığı sonucu ortaya çıkıyor. Bu durum bizlere genel merkezin elinde çok fazla yetki olduğunu ve CHP içinde demokrasinin sınıfta kaldığını tekrar gösteriyor.
            Kılıçdaroğlu kurultayda yaptığı partinin sosyal demokrat ilkelerine atıfta bulunarak sürdürdüğü konuşmasında “ben Dersimli Kemal’im, ben halk çocuğuyum” şeklinde sözler de sarf etti. Sosyal demokrasi iddiasından daha samimiyetsiz olmasın ancak bu sözleri de yeterince samimiyetsiz geliyor kulağıma! Parti programına bakıldığında Dersimli Kemal’im diye atıfta bulunduğu Kürt azınlık için doyurucu bir çözüm, doyurucu bir eylem yok. AKP’nin yürüttüğü ve Kürt açılımından ziyade bir PKK açılımına dönen, Kürtlere hak ve özgürlükler getirmek yerine ülkeyi bölünmeye götüreceği su götürmez bir gerçek olan açılımın yapıldığı şu dönemde bir “sosyal demokrat” parti olarak CHP’nin daha atılımcı bir tutum sergilemesi, sol bir parti olduğunu göstererek doğudaki insanları AKP manipülasyonlarına terk etmemesi beklenen bir hadise. Diğer yandan bir ileri bir geri içi boş ve partiye ciddi bir katkı sağlamayan tüzük değişiklikleri yerine CHP’nin ciddi anlamda yenilenmeye ve sol parti olma yolunda köklü tüzük değişikleri yapmaya ihtiyacı var! CHP gibi bir kitle partisinin öncelikle parti içi demokrasiyi net bir biçimde ortaya koyması gerekir. Daha katılımcı, ifade özgürlüğüne dayanan, çoğulcu bir anlayışın CHP’ye gelmesi gerekmektedir. Mesela, Sosyal demokrat ilkelere sahip olduğu söylenip de genel merkezin çok etkin olduğu, milletvekili adaylarının atamayla belirlendiği CHP’de öncelikle önseçim hadisesinin koşulsuz şartsız uygulanması gerekir. Hatta, batı demokrasilerindeki sosyal demokrat partilerde olduğu gibi parti tüzüğü, programı, meclisi, genel başkan seçimi dahil olmak üzere bir çok konuda parti üyelerine ve parti tabanına seçme şansı verilmesi gerekmektedir. Bir sol parti olmanın ön şartı, daha katılımcı olmaktır. CHP parti içi referandumlar, ön seçimler ve daha nicesi ile tabana inmeli, çoğulcu ve katılımcı demokrasi örneğini önce parti içinde tesis etmelidir. Parti örgütleri ve üyeler parti içinde daha fazla söz sahibi olur ve parti yönetimine daha fazla katkı sağlarlarsa CHP içinde bugün yaşanan sancıların birçoğu zaten çözüme bağlanmış olur. Bakın, CHP 1959 yılında “ilk hedef beyannamesini” yayınladıktan sonra 61 yılındaki genel seçimlerden birinci parti olarak çıktı. CHP “ortanın solu” kavramıyla sosyal demokrasiye açıldığında 1973 yılında yine birinci parti oldu. Aynı şekilde bu ideolojik söylem daha da somut hale getirildiğinde 1977 yılında %44 ile hükümet ortağı oldu. 12 Eylül’ün bütün solun üzerinden geçmesine rağmen sosyal demokrasi ilkelerine sıkı sıkıya bağlanan SHP 1989 yerel seçimlerinde yine birinci parti oldu. Tüm bu başarıların arkasında parti içi demokrasinin daha işler hale getirilmesi, programatik yenilenme ve ideolojik bir netleşme vardır. CHP’nin bugün yaşadığı sancıların formülü aslında partinin tarihsel gelişimi içinde mevcuttur, bu da “sosyal demokrasidir”.
            Kılıçdaroğlu’nun içi boş, uygulamada hiçbir aksiyonunu göremediğimiz “sözde sosyal demokrasisi” yerine CHP’de “gerçek ve katışıksız” bir sosyal demokrasi anlayışı hakim olmalıdır. Aksi halde Türkiye’nin demokrasi sancıları yaşadığı ve rejim tehlikesi geçirdiği bu günlerde CHP iktidar yolunda olduğu yerde dahi saymayacak, daha da oy kaybedecektir!

                                                                                                                      Gündem Gazetesi 11.09.2014

5 Eylül 2014 Cuma

TOPLUMSAL CİNNET HALİ




          Türk toplumu olarak bir cinnet hali içerisindeyiz. Herkesin kafasında görünmez bir huni, içinde ise bin bir tilki… Etrafa sevgi ile bakmak hak getire! Eline silahı kapan sokaklarda terör estiriyor, toplumun birbirine saygısı, “insan olduğu için insana değer verme” algısı sıfır. Bakın sadece dün yaşanan olaylar şöyle sıralanıyor; Bir trafik magandası can almaya çıkmışçasına kamyonunun damperini açık bırakıp Avcılar’da bir üstgeçidi yıktı. 1 kişiyi öldürdü, 4 kişiyi ağır yaraladı. Adıyaman’da boşanmış eşler karşılaştı, eski kocası kadına 3 el ateş edip ağır yaraladı. İzmir’de ise ayrıldığı eşinin barışma teklifini kabul etmeyen kadın eski eşinin pompalı tüfeğinden çıkan mermilere hedef oldu ve yaşamını yitirdi. İstanbul Ataşehir’de bir kişi eline kalaşnikof tüfeği alıp etrafa ateş açtı, 3 kişiyi yaraladı. Zonguldak Ereğli’de işyerine giderken bir vatandaş önü kesilip durup dururken öldürüldü. Sadece dün yaşadıklarımız toplumun ne denli cinnet halinde olduğunu gözler önüne seriyor! 2014 yılının başından bu yana yaşanan kadın cinayetleri, nefret cinayetleri ya da Urfa’da başları ezilerek öldürülen iki motosikletçinin vakaları gibi keyfi cinayetleri saymadan, sadece bir gün içerisinde yaşadıklarımıza bakarsak geldiğimiz noktayı görebiliriz. Daha da açık şekilde ifade edersek hiç birimiz ne sokakta, ne bir kafede, ne bir üstgeçitte hatta ne de evlerimizde güvendeyiz!
Toplum olarak bu hale durup dururken gelmedik tabi ki. Türkiye’de 12 senedir hava kurşun gibi ağır! Ağır bir siyasi atmosfer, çok yoğun bir istibdat var. Farklılıklar yok edilmiş, farklı düşüncelere, farklı davranışlara ve bireyin kendisiyle örtüşmeyen hareketlere tahammülü bırakılmamış durumda. Tepede kendi halkını hakir gören taze cumhurbaşkanı… 12 yıllık iktidarı süresince sadece hamaset, düşmanlık ve kutuplaşmayı teşvik etmiş, sesi çıkanı kişisel ordusu haline getirdiği polis teşkilatının “aşırı şiddeti” ile susturmuş bir zatın ülkesinde daha ne olabilir ki? Öyle bir lider örneği var ki karşımızda düşüncesini beğenmediğini bizzat tokatlayabiliyor veya üzerine polis sürdürüp ölümlerine sebebiyet veriyor, felç bırakıyor, kör ediyor… Artık Türkiye’de “Yahudi dölü” gibi nefret söylemleri ya da ayakkabı kutularından çıkan milyon dolarlar normal karşılanıyor. Üstelik halk da görüyor ki tüm bu yapılanlar bir de yapanların yanına kar kalıyor. İktidarın polisinin katlettiği gençlerin zanlıları alavera dalavera ile hakim karşısına çıkmıyor, mağdur aileleri susturuluyor ve ufak tefek cezalar alıp paçayı kurtarıyorlar. Ortaya çıkan sonuç ise toplumda tam bir hissizlik ve durumu normalleştirme hali. E hal böyle olunca zaten ekonomik sıkıntılar, yaşam zorluğu gibi sebeplerle bir yerde kayışı kopmuş insanlar, olanca hınçlarını “tepedekileri” örnek alarak onların yöntemleriyle etrafa dehşet saçarak çıkartıyorlar.
Yıllardır izlediğimiz haber bültenlerinde birçoğumuz bu duruma alışmış olabilir. Ancak bu durum Türkiye’nin geçmiş ile karşılaştırıldığında ve de diğer toplumlarla kıyaslandığında çok anormal ve vahim bir durum. Bu durum zaman ve şartlar içinde halk tarafından kanıksanmış olsa da ve devlet görevlileri yaşanan bu tür olayların her birini “münferit” olaylar olarak değerlendirse de Türkiye’nin içine girdiği süreç ve toplumsal bozulma ciddi anlamda rahatsız edici. Türkiye’deki iktidar bu denli otoriter olmaya devam ederse ve siyasi atmosfer kurşun gibi ağır seyrederse önümüzdeki yıllarda bu korkunçluklar katlanıp gidecektir. Bu sorunun çözümü ise katışıksız demokrasidir. Bakın, üç yıl önce Norveç'te Anders Breivik toplam 77 kişiyi bilinçli bir şekilde öldürdüğünde katliamın ardından konuşan Norveç Başbakanı "nerede hata yaptıklarını anlama çabasında olduklarını ve bu sorunu daha fazla demokrasi ile çözmeye çalışacaklarını" söyledi. Türkiye’deki islamo-faşist diktatörya bırakın demokrasiyi, bu toplumsal sorunu tahlil etme isteğinde dahi değil. Hitler’in Almanyasını, Mussolini’nin İtalyasını ve Franco’nun İspanyasını hatırlarsak sokaklarda korku, nefret cinayetleri ve kan olduğunu ve Türkiye’nin de faşizan rejimlerle yönetilen bu ülkelerin 21. yüzyıl versiyonu haline geldiğini çok kolay anlarız. Dönemin Norveç Başbakanının dediği gibi bu tarz durumlar demokrasi yokluğunda çıkar ve tek çözümü “daha fazla demokrasidir”. Baskının artarken refah seviyesinin düştüğü “güzel ülkem, cinnet vatanımda” daha fazla yozlaşıp birbirimizi kırmanın önüne geçecek tek şey demokrasidir!
                                                                                                         Gündem Gazetesi05.09.2014