Yıldırım Mayruk’un 2023’e
Hikayeler defilesi sebebiyle Çanakkale’de bulunan usta modacı, kendi deyimi ile
“Terzi Yamağı” Barbaros Şansal, Gündem
Gazetesi Yazarı Ulaş Pehlivan’ın sorularını yanıtladı. Çanakkale hakkında,
Türkiye ve Dünya gündemi hakkında birçok görüş ve düşüncesini açık yüreklilikle
paylaşan Şansal gelecek planları hakkında da daha önce hiçbir yerde
duymadığınız açıklamalarda bulundu. İşte o çarpıcı röportaj;
Ulaş Pehlivan;
2023’e hikayelerin isim babası sizsiniz. Niçin “2023’e hikayeler? 2023’e
hikayelerin bize anlatmak istediği nedir?
Barbaros Şansal; Çünkü,
cumhuriyetin 75. yılı idi. O zaman “yorumsuz” dedik biz çünkü hala 10. Yıl
Marşı ile 75. yıl kutlanıyordu. Biz de son 25 yılı 50 gösteri yaparak
cumhuriyetin 100. yılına tamamlamayı kararlaştırdık. 75. yılda kıpkırmızı
bayrak bir podyumda tek hilal ve 75 farklı yıldız kullanıp kurumsal logomuzu,
“Yıldırım Mayruk” yazısını, podyumun önüne yapıştırdık ve “hiçbir şey bayraktan
üstün değildir” dedik. 2023’e Hikayeler ise çağdaş, alımlı, küresel Türk
kadınının formatlarını yenileyen; yineleyen ve o süreçteki siyasi, ekonomik,
sosyal, çevresel faktörlerden her birini paketleyip toplumla buluşturan gösteriler
zincirini oluşturduk. Çok işler başardı 2023’e Hikayeler. Mesela sosyal
medyadaki ağzı bantlı fotoğrafım, kolumda kelepçeli fotoğrafım, Filistin
Bayraklı fotoğrafım, bu sene idam urganı ile çıktığım fotoğrafım… Biz Yıldırım
Mayruk olarak Türkiye Cumhuriyetinin yetiştirdiği terzileriz. Maalesef Terzilik
Meslek Okullarındaki erkek bölümleri kapatıldı. Sanırım bu iktidar erkeklere de
etek giydirmeye çalışıyor ve annelik kariyerini uygun görüyor.
U.P;Kaçak Saray ve
çevresindekiler ne giyer? Saray ve çevresinin giyim tarzını nasıl buluyorsunuz?
B.Ş; Polisyester giyerler, ne
giyecekler! Meme altından kalın kemerler, altta pantolonlar, içinde motosiklet
kaskı unutulmuş gibi tesettürler… Bilmiyorum, onları kim giydiriyorsa onlar
giydiriyor. Bakın, onlar giydiriliyor ve onlara “giydiriyorlar”… Ben dikiyorum,
bana “diktiriyorlar”…
-U.P; 16 eski Türk
devletini temsil eden askerlerin Aksaray’da Filistin Devlet Başkanını
karşılamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve bir modacı olarak bize bu
kıyafetleri nasıl değerlendireceksiniz?
B.Ş; Şimdi ağır da söylemek
istemiyorum ama… Ben o fotoğrafı gördüğümde gerçekten photoshop olduğunu
düşündüm. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetlerinin resmi üniformalı bir
görevlisinin merdivenin arkasında tuvalet bekçisi gibi bırakılması, Türkiye Cumhuriyetinin
figürasyona atıldığı ve bir takım şaklabanlığın merdivene dizildiği bir
rezalettir. Atatürk Orman Çiftliğini beleşe Beştepe yapmaya çalışanların bir
şeyi unutmaması gerekiyor; o görsel dünyanın gözü önünde Oz Büyücüsü ve Alice
Harikalar Diyarında masallarını hatırlattı herkese. Özellikle teneke adamın
yanında “Aslan Adam” da olması gerekirken, merdivenin ortasında korkuluğu
gördük biz. Yani, daha ne diyebilirim ki?
-U.P; Yeni Türkiye
sizce nedir?
B.Ş; Eskisi var mı ki yenisi
olsun? Böyle yeni-eski gibi şeyler yok! İyi şey eskimez…
-U.P; Peki, Yeni
Türkiye ve yeni aydınları hakkında neler söyleyeceksiniz? Mesela Tuğçe Kazaz ve
çıkışları?
B.Ş; Kuşum Aydın çok daha
felsefi geliyor bana Tuğçe Kazaz’ın yanında! Ve bu arada ülkenin geldiği
noktada “benim oyum çobanla bir mi” diyen Aysun Kayacı’nın ne kadar haklı olduğunu
bir kez daha anlıyoruz… Hatta, halen kapalı bulunan Atatürk Kültür Merkezindeki
bir sergide, Hülya Avşar’ın profesör ressam hocanın yüzüne bakıp “aa bu tablo
benim kocamın tuttuğu takımın renklerinde” demesi, Demet Akalın’ın bebeğine
“baby shower party” yapılması… İşte bunlar herhalde sizin söylemek istediğiniz.
Normal yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının büyük bir bölümü gerçekten
şaşkındır bu yaşanan karşısında ama refleksler sağlamdır. Bir laf vardır
“çarıklı erkan” diye… Onu hatırlatmak lazım, çünkü unutmasınlar kendilerinin
nasıl “çarıklı erkan” olduklarını… Onlar, birçok askerimiz çarığını cephede
yediği için, ülkede çarık kalmadığından çarıklı erkan oldular… Ben adamı velevden
yırtarım overlok tutmaz! Sinirlendirmesinler beni!
-U.P; Charlie Hebdo
saldırısı hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
B.Ş; Düşüncelerim çok açık. Ben
düşündüğüm dilde sevişir, düşmanımın dilinde savaşırım diyorum. Tabi ki
özgürlükleri sonuna kadar savunuyorum. Orada peygambere hakaret yoktur. Kaldı
ki bir ilustrasyonla, bir karikatürle, bir çizimle; sözsüz kalemle anlatımların
ve hatta küfürlerin bile suç sayılmasını bu kadar insan dünyada yağmalanırken,
öldürülürken, açlığa mahkum edilirken; siyasiler çalarken, rüşvet varken,
ayakkabı kutuları varken, İranlıların önüne yatılırken ve bütün bunlar
mahkemelerce bir şekilde kapatılırken diğer taraftaki tutum ve davranış
Jakobenizm ve Makyavelizmdir. Türkiye Cumhuriyeti bir diktatörlüğe
dönüştürülmeye çalışılıyor ama Gepetto Usta’nın diktatörlüğüne…
-U.P; Charlie Hebdo
saldırısının ardından Paris’te yapılan Cumhuriyet Yürüyüşüne Davutoğlu’nun
katılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
B.Ş; Katıldı değil… Gel dediler,
gitti tıpış tıpış. Niye Fas Kralı gitmedi? Bindi uçan halıya, taktı fesini
gitti işte… Yine bir “hasta adam tablosu”.
-U.P; Cumhuriyet
Gazetesi, Charlie Hebdo’dan dört sayfalık bir seçki yayınladı. Bunun akabinde
gazete dağıtım araçlarına polis baskınları düzenlendi ve gazeteye yönelik ciddi
tehditler söz konusu oldu. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
B.Ş; O tehditlerin aynısını biz
de alıyoruz. Cumhuriyet Gazetesi de abartmasın! Ben aldım Cumhuriyet
Gazetesinin o sayısını… Onlar da az değil ha, ben sana söyleyeyim. Laikçi
teyzeler gibiler, mahalle arasında kedilere sosis dağıtıp Atatürk bayraklarıyla
sokaklarda gezenlerden… Bunlar da zarar veriyorlar. Evet, aldım ve seçki var
ama sıkıyorsa birebir Türkçesini bas! Kapağında Muhammed… Muhammed olup
olmadığını ne biliyorsun? Peygamber gelip elini mi koydu, “ben buyum, bunu
çizmeyin” diye? Saçma sapan şeylerle uğraşıyoruz! Aldım gazeteyi, kocaman,
yarım sayfa Ahmet Hakan reklamı… Kocaman, yarım sayfa CNN reklamı… Eee? Yok,
dağıtımımızı polis engelledi… Birgün Gazetesininki niçin engellemedi bütün yolsuzluk
belgeleri yayınlanırken? Aydınlık Gazetesinin ki neden engellenmiyor? Gündem
niye sokakta? Evrensel, Yeniçağ, Milat, Milli Gazete neler söylüyor iktidara ve
niye engellenmiyorlar? Benim anam senin ananı genelevde görmüş muhabbeti
yapıyor bu ulusal medya! Ancak Türkiye ne kadar şanslı ki yerel medyası hala
güçlü ve sapasağlam. Ama şimdi yerel medyaya el atacaklar, hazırlıklı olun!
Bakın, beni her yerde yasakladılar… Halk Tv’de de yasaklıyım, Aydınlık Gazetesi
yazılarımı kaldırdı, bütün kanallarda yasaklıyım, Aydın Doğan’da 12 senedir
yasaklıyım. Öyle ki gazetelerine bile benim fotoğraflarımı kesip basıyorlar
resimleri…
-U.P; Medya Gruplarından yasaklandım dediniz.
Bunu iktidar mı organize ediyor yoksa medya patronlarının bireysel tercihi mi?
B.Ş; Patronları niye yapsın.
Patronların hepsinin karısı, kızı, metresi bende dikiş diktirdi, her şeylerini
biliyorum! Sermaye meselesi… Ben sermayeye doğdum, reddettim. Ben güce doğdum,
reddettim. O şan şöhret dedikleri şey hayatı pahalı yapıyor sadece. Jigolon
bile iki katı para istiyor ünlendikçe. Ama ben bir tek şey söylerim; Ben kendim
kaldım. Onların da her şeyini bildiğim için “aman bunu yok sayalım, aman bizim
için bir şey söylemesin” dediler. E yapmayın söylemeyeyim. Ben yapıyor muyum?
-U.P; Gezi Parkı
olaylarının ardından Ağustos 2013’te kaçırıldığınıza dair haberler aldık ve
hatta aslında bu kaçırılma olayının doğru olmadığına dair de iddialar söz
konusu oldu. Bu iddiaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizi kaçıranların kim
olduğunu biliyor musunuz? Sizden talepleri ne oldu? Bu konuda yasal merciilere
başvurdunuz mu?
B.Ş; Tabi… Hala mahkemesi devam
ediyor. O benim darp edilmemle bağlantılı bir olay. Hem kapımın önünde darp
edilmemin hem de bu alıkonulmamın hukuki süreci işliyor. Alıkonulmam Takvim Gazetesinin,
bu Fatih Tezcan’ın, yaptığı sübliman yayınlar savcılığın kafasını karıştırdı.
Önemli değil… Süblimanda bana “suç uydurdu” diyorlar. Ben pavyondan gelme pop
yıldızı değilim, kendimi kaçırtıp suç uydurtucam 56 yaşımda… Tamamen söyledim,
ifadelerimde de var; darp etmediler, gasp etmediler, taciz etmediler, hakaret
etmediler. Sadece telefonumu aldılar o kadar. Onun dışında 13 saate yakın
beraber zaman geçirdik. Bu üç kişinin bana anlattıkları benim hangi gün, hangi
sefer sayılı uçakla gelip, havalimanında kaç numaralı kontuardan pasaportla
giriş yaptığıma kadar şeylerdi. E kim oldukları da belli zaten bu bilgilere
sahip insanların. Şubat ayının sonunda bir duruşması daha var. Bir olay yeri
inceleme daha istedik. Hakim Bey de kabul etti. Savcı Bey zaten “artık bu
davayı kapatalım, komik olmaya başladı” dedi. Ama Ankara beni seviyor işte,
savcılar hakimler seviyor da bırakmıyor… Şimdi bekle, ben zaten Şubat’ın
26’sında Cenevre’ye, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliğine
gidiyorum. Bu davalara müdahil olmasını istiyoruz Birleşmiş Milletlerin. Ben
bunlara bir haddini bildireyim…
-U.P; İstanbul son
yıllarda ranta ciddi ölçüde kurban gidiyor ve ranta karşı direnişlerin başında da
sizi görüyoruz. Çanakkale’ye de belli aralıklarla gelip gidiyorsunuz.
Çanakkale’de de aynı rant savaşını, aynı betonlaşmayı gözlemliyor musunuz?
B.Ş; Çanakkale’nin de hali öyle…
Bakınız Çimenlik Kalesi, Hamidiye tabyaları, daha yeni gördüm çimentolarla
sıvanıyor. Çimenlik Kalesini vermişler İl Özel İdaresine, etrafı beton
duvarlarla kapatılmış… Buraya bir ucube saray da yapmışlar “İl Özel İdaresi
Sarayı” diye. E-5’e düşmüş saray…
-U.P; Haziran
Direnişi yeniden sokağa çıkma kararı aldı. Sizce bir Gezi Parkı daha olacak mı?
B.Ş; Hayır, yeniden bir Gezi
Parkı falan yok! Yenisi, eskisi yok. Gezi bir tane… O bizim göz bebeğimiz. O
çok iş başardı, kimse farkında değil! Daha travmaları devam ediyor. Tamam,
hepimiz bir yana dağıldık. İşimizi, gelirimizi, popülaritemizi kaybettik.
Mesleğimi bırakıyorum ben bunların yüzünden!
-U.P; Barbaros Bey, Gezi Parkı bitti ama çok şey
kazandık dediniz? Gezi Parkı’nın kazanımlarından bahseder misiniz?
B.Ş; Mesela, Gezi Parkı’nın bana
göre en önemli kazanımı “komünü” tekrar hatırlattı bizlere. Biz komünü yaşadık
orada. Yani para geçmedi, taciz ve tecavüz olmadı, kavga olmadı. Çok iyi bir
imece idi. İmeceyi hatırladık. İkincisi, mesela ben orada paramedik olarak da
görev aldım. Böyle bir halk hareketinde Kızılay neredeydi çok merak ediyorum
doğrusu. Orada biz üstlendik ilkyardımı… Halkın kendi kendine yetebileceğini
gösterdi. Bir de tüm siyasi partilerin, yani MHP, AKP, CHP, İP, TKP ve aklınıza
gelen hepsinin aslında aynı börek tepsisinin başında nasıl oturduğunu gösterdi
halka. Meclisteki 550 kişinin, içlerinden bir ikisini tenzih ediyorum tabi ki,
işlevsizliğini gördük. Toplasan 10 tane var AKP’nin içinden, CHP ve MHP’nin
içinden Türkiye Cumhuriyetine yakışan parlamenter… 550’den 10 tane çıkar, diğer
540’ı pavyon türkücüsü gibi saçını boyamış, çoluğuna çocuğuna bir liradan
bonfile yediriyor, uçak biletleri bedava bir de VIP’ten uçuyor, ofis ve
sekreter emrinde… Ne yapıyor? El kaldırıyor, el indiriyor!
-U.P; Öyleyse mecliste en çok hangi millet vekillerini
beğeniyorsunuz?
B.Ş; Ben Melda Onur’u çok seviyorum
tabi ki… Şafak Pavey’i gençliğinden beri tanırım ve çok beğeniyorum. Aykut
Erdoğdu çok değerli, tüm eleştirilere rağmen Sezgin Tanrıkulu sonra Mahmut
Tanal, Hüseyin Aygün… Bir sürü var; her partiden var. HDP’den de var, gerçekten
söylemleriyle, yaptıklarıyla üreten, barışı ve huzuru telaffuz eden insanlar...
Gerisini tanımıyorum zaten, tanımak da istemiyorum. Ben yedi yaşımda Mevhibe
İnönü’nün Fotokaraca’da düğmelerini dikerek mesleğe başladım. Özal, Mesut
Yılmaz, Çiller, Erbakan, Sezer, Hayati Yazıcı’nın eşi hepsiyle de çalıştım. Ben
Gül ve Erdoğan’la çalışmadım… Kısmet olmadı. Zaten mesleği bıraktığım için de
kısmet olmayacak!
-U.P; Mesleğinizi
bırakmaya mı karar verdiniz?
B.Ş; Tabi, tabi… Biz ustam Yıldırım
Mayruk ile karar verdik. Mesleği bırakıyoruz. Ayrıca Türkiye’den de
ayrılıyoruz.
-U.P; Türkiye’den de
ayrılıyorum diyorsunuz. Bu kararınızda etkili olan faktörler nelerdir?
B.Ş; Özgürlük! Ayriyeten hayatımda
devrim yapmak istiyorum. Ustam çalıştı, 50 yıldır da bir numara Yıldırım Bey.
Yeter, zaten ihtiyaç da yok. Benim de öyle… Emekliliğimi istedim SGK’dan. Bu
ayın sonunda emekli oluyorum. Bize zaten ihtiyaç da yok. Türkiye giyinmiyor!
Türkiye ya ekranlarda, jürilerde, orada burada kıçını başını açıyor ya da
protokolde sarıp sarmalanıp mumya gibi yürüyor!
-U.P; Yani modayı
bıraktığınız gibi Türkiye’den de ayrılıyorsunuz…
B.Ş; Evet, hem modayı
bırakıyorum hem de Türkiye’den ayrılıyorum! Başka bir işim var şimdi.
-U.P; Yeni mesleğinizi
öğrenebilir miyiz Barbaros Bey?
B.Ş; Hayır, öğrenemezsiniz!
Türkiye’ye sürpriz… Nazar değiyor sonra, büyücü üfürükçü dolaştırma beni…
-U.P; Cumhurbaşkanı
Erdoğan son günlerde dünyada en fazla basın özgürlüğünün Türkiye’de olduğunu
söylüyor. Erdoğan’ın bu iddiası hakkında ne düşünüyorsunuz?
B.Ş; Sulh Ceza Mahkemelerindeki,
Sulh Hukuk Mahkemelerindeki Cumhurbaşkanımızın benimle olan davalarına göz
atmak gerekiyor bu durumda. Faili meçhul darbıma, halen davası süren
alıkonulmama bakmak lazım… Yalnız ben sadece bir konuda kendisine çok
müteşekkirim; ülkücüleri bile gazlarken, Kürtleri silahlarken, Türkleri Balyoz
ve Ergenekon’dan içeri atarken; her yere topyekun savaş açmışken, Taksim’i,
Gezi Parkı’nı iyi bildiğini de televizyonda milyonlara deklare etmiş bir
Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’a şundan teşekkür ediyorum; Bizim İstanbul’da,
Haziran ayının son Pazar günleri gerçekleştirdiğimiz Büyük Eşcinsel Yürüyüşüne
sonuna kadar destek veriyorlar, hiçbir şekilde polis kardeşler bizi ellemiyor.
Hatta “Eşcinsel Bayrakları” kazara kasklarına değer de eşcinsellik bulaştırırız
diye korkuyorlar… Yani bu konuda müteşekkirim Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a.
Türkiye’nin eşcinsel yürüyüşlerinde polisi müdahale ettirmiyor. Bundan daha büyük
bir özgürlük olabilir mi?
-U.P; İdeolojisi
bilinen AKP’nin polisinin Büyük Eşcinsel Yürüyüşüne müdahale etmemesi iktidar
partisi için samimi bir hareket mi? Bir sonrakinde de etmeyecekleri anlamına
gelir mi?
B.Ş; Çok samimi… En azından şu
bakımdan samimi; İngiliz Büyükelçiliği Galatasaray’da Gökkuşağı Bayrağı (
Eşcinselleri temsil eden bayrak) çekerken, Türk vatandaşı ile şu an yeni
eşcinsel evlilik yapmış olan İstanbul Amerikan Başkonsolosu bu yürüyüşe
katılacağını açıklarken devlet protokolü erkekliğini bir kez daha gözden
geçirmek zorunda kalıyor. Ne kadar delikanlı olduklarını görüyoruz biz. Led
ışıklı onlar. Led Işık delikanlıları…
-U.P; Türkiye’de
cinsel yönelim hakkının anayasa sokulması için ne gibi çalışmalar yapılması
gerek?
B.Ş; Var anayasada. Bence bir
sıkıntısı yok! Eşcinsellik yasak değil Türkiye’de… Anayasaya göre devlet tüm
vatandaşlarına eşit mesafede. Uygulamada sıkıntı var… E bir de gelenekler,
tabular var. Toplumsal travmalar yani... Bu ülkede ezan okumuş, tesettüre
girmiş bir Bülent Ersoy var ekranda… Daha özgür ne olabilir dünyada yani. Bir
Müslüman ülkede daha özgür ne olabilir? Bak sormuştun, Cumhurbaşkanının basın
özgürlüğü var demesini, örneğini de bunu veriyorum; Bülent Ersoy’un o basında
ezan okuması, tesettüre girmesi ve evlenebilmesidir.
-U.P; Sizce Türkiye’de
eşcinsel evlilik ne zaman?
B.Ş; Var ki! Ramazan evlendi
Amerikan Başkonsolosuyla… Bak, protokolde John ve eşi diye davetiye gittiği
zaman Ramazan ve John el ele Ankara gidiyor. Protokol masasında da “dike dike”
oturuyor!
-U.P; Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlarına ne zaman
tanınacak bu hak? Onu soruyorum…
B.Ş; Ohooo… Evlilik, adaptasyon
kontratlı evlilik… Bunlar süreç. Onlar hemen yarın olacak işler değil. Ama ben
tabi çok yakın bir tarihte, seçim üstü AKP’nin “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz”,
“Yaşasın Eşcinsel Evlilik” diye sokaklara çıkıp oy dileneceğini hayal
edebiliyorum. Ama eşcinsel evliliğe vakit var. Toplumun gelenekleri,
görenekleri falan… Bozulmuş şeylerin düzeltilmesi zordur. Bu topraklarda hiçbir
zaman eşcinsel ilişki tabu olmadı. Bu topraklarda Helen Uygarlığında, Roma
Uygarlığında, Sümerlerde ve hatta Osmanlı’da dahi eşcinsellik tabu değildi.
Osmanlıda da Deyyuslar, Pezevenkler, İçoğlanları, Harem Ağaları, Muhallebi
Oğlanları, zenneler vardı. Bu terimler yasal terimlerdi. Zennelerin falan meslek
örgütleri dahi vardı Osmanlıda. Bir tane padişah hamamda oğlan peşinde koşarken
düştü de öldü. İşte ecdadları…
-U.P; Bülent Arınç’ın
HDP’nin eşcinsel seçmen tabanına yönelik söylemlerini nasıl buldunuz?
B.Ş; Çok güldüm ben ona. Nereden
biliyorlarmış? Tek tek denemişler mi?
-U.P; Çözüm süreci
hakkındaki fikirleriniz nelerdir?
B.Ş;
Çözüm yok, o ayrı bir şey. Özüm var bu işte! Zaten adı baştan
yanlış… Açılım değil “katılım” olması lazım onun adının. Bu konudaki
görüşlerimi, siyasi ideallerimi herkes bilir. Tartışmaya gerek yok. Bir
röportajımda “beni kızdırmayın, Demirtaş’a oy veririm” dedim. Daha sonra
ortalık ayağa kalktı, “Demirtaş’a Verecek” diye manşetler attılar. Şimdi,
Bülent Arınç da benim Demirtaş’a “vermem” fiilinden HDP’nin seçmen tabanının oranlarını
söylüyor. Aslında bana gönderme yapıyor ama Bülent Arınç’a hatırlatırım bana
bulaşmak Manisa’da şerefeden halka mesir macunu atmaya benzemez!
-U.P; Muhalefet
partileri hakkında ne düşünüyorsunuz? Muhalefeti yeterli buluyor musunuz?
B.Ş; Muhalefet yok ki… Muhalefet
varsa Taksim’in köşesine yapılan Şan Müzikholü kimin sormak lazım? Maksim’in
yerine yapılan o ucube kimin? Bunlar hangi siyasi partinin sermayesine hizmet
ediyorlar? Bu, Taksim Meydan’ındaki iki AVM’nin sahiplerine bir bakın, muhalefetin
ne olduğunu görürsünüz. Bütün bağırtım ondan zaten… İktidar da yok muhalefet de
yok bu ülkede!
-U.P; Peki, yeni
muhalefet arayışları? Mesela Andolu Partisi kuruldu. Onları nasıl buluyorsunuz?
B.Ş; Emine Hanım ve Ertürk Bey
çok başarılılar tabi… Ama hani bir moda var ya burada “Türkiye’nin bilmemnesi”
diye… Hani Türkiye’nin Madonnası falan.
Bunlar da Türkiye’nin Marie Le Pen’i…
-U.P; AKP’yi CHP’yi MHP’yi HDP’yi üçer kelime ile
tanımlayacak olsanız hangi kelimeleri kullanırdınız?
B.Ş; Biri tafra, biri safra, biri
kofra, biri de pasta…
-U.P; Tayyip Erdoğan
ve Cemaat arasındaki gerilimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
B.Ş; Benim annem senin anneni
genelevde görmüş…
-U.P; 10 yıl süreyle
sürgünde yaşadım diyorsunuz. Hangi sebeple ve nerede yaşadınız? Bu süre içinde
ne işlerle meşgul oldunuz?
B.Ş; İşte, 80li yıllar yahu… Bu
Dev-Sol falan… 7 Ekim 1980’de ayrıldım Türkiye’den. Balkan Havayolları ile
Sofya’dan Londra’ya gittim. 4 yılımı Londra’da geçirdim, 3 yılımı İsviçre’de
geçirdim, 4 yılım da Fransa ve Almanya’da geçti, 9 yıl sonra döndüm ben
Türkiye’ye… Bu sürede okudum, çalıştım, evlendim, çocuk sahibi oldum, kariyer
yaptım, her şeyi yaptım. Boş durmam ki ben.
-U.P; 2007’de yayımlanan “3. Sınıf Hamur Kağıda
Matbaa Mürekkebi Hayatlar” kitabınız beğeni toplamıştı. İnsanlar sizden bir
kitap daha beklerken gerisi gelmedi. Yeni kitap çalışmalarınız var mı?
B.Ş; Var, olmaz mı? Hazır, Prova
Odası diye… Prova Odası’nı yayınlayacağım. Prova Odası çok güzel, okunabilir
bir kitap. Öbürü modern bir kurguydu, Türkiye onu anlamadı aslında. Zaten
Migros satmama kararı aldı, Doğan Grubu iade etti. Prova Odası çok güzel bir
hikaye, büyük ihtimalle sahneleyeceğiz de onu tiyatro sahnesinde… Ancak ben
Prova Odasını önce Türkçe mi yoksa İngilizce mi yayınlayacağıma karar vermedim.
Londra’da İngilizce bastırıp oradaki reaksiyona göre sonra da Türkçe
bastırabilirim. Çünkü, Prova Odası birilerine “batacak”! Onun dışında Yıldırım
Bey’in biyografini hazırladım. İşte benim emeklilikte vakit ayıracağım
şey üretmek. Başka kültür-sanat projelerim de var. Bu süreçte topluma daha
fazla eğitim, sosyal, arşiv, kütüphane… Bunları vereceğiz halka. İşsiz değiliz
yani, paramız pulumuz da var.
-U.P; Kazdağları’nda doğayı
katletme ve halk sağlığını tehlikeye atma pahasına devam etmekte olan
madencilik faaliyetleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
B.Ş; Sadece madencilik değil ki…
Asıl büyük tehlike şimdi şarapçılık. Bütün zeytinleri söküyorlar, toprakları
kaldırıyorlar ve şarapçılığa başlıyorlar. Ayriyeten Kazdağları’nda şişmekte bir
volkan bacası tespit edildi. Kazdağları patlayacak. Yani orası nasılsa havaya
uçacak Santorini gibi ama konu bu değil. Oradaki yağma, katliam çok feci…
Biliyorsunuz bu sadece Kazdağlarında değil, her yerde var. Gezi Parkı, Soma,
Yırca, Anadolu’daki HES direnişleri… Bunların hepsi bir referanstır. Ama
Çanakkale ve Balıkesir gerçekten içinde yaşadığı insanların sahip çıkmadığı,
her şeye göz yumduğu şehirler haline gelmiş. Üstelik Çanakkale sosyal demokrat
bir şehirdir, gerici-yobaz değildir. Sahip çıkmıyorsunuz! Kazdağlarında
“altın-siyanür”… Eee sen burada oturuyorsun, orada değilsin, dur demiyorsun!
Biz öyle girdik 27 Mayıs gecesi Gezi Parkı’na. Bana sabah telefon geldi,
üzerimdekilerle çıktım parka koşturuyorum. Sabah ayazı da soğuk olur diye üzerime
bir hırka attım. Koşarken ayağıma bir şey dolanıyor. Döndüm bir baktım üzerime
bordo bir bornoz giymişim. İşte biz böyle kurtardık Gezi Parkı’nı. Siz de gidin
kurtarın kardeşim!
-U.P; Ve son olarak bir
valinin Çanakkale Deniz Zaferinin yüzüncü yılı kutlamaları dolayısıyla Mustafa Erdoğan’la
yüksek bir miktar paraya antlaştığını iddia ettiniz. Hatta, Sertap Erener’in de
bu anmalardan iş koparmaya çalıştığını iddia ettiniz. Bu konuda bildiklerinizi
paylaşır mısınız?
B.Ş; Ben söyleyeceğimi söyledim,
bak sen de soruyorsun. Hatta geçen gün gördüm bir Çanakkale gazetesinde Mustafa
Erdoğan ve Çanakkale Valisinin projeksiyon makinesi önünde fotoğrafları var.
Şimdi ihaleyi bana bırakmaya çalışmasınlar. Çanakkale’de yaptığım bu gösteride
de 100. yıl ajansının veya Valiliğin bir kuruş desteği yok. Gösteriyi
engellemedi ama vali, yasaklayabilirdi. Teşekkür ediyorum. Nasıl biz Bakü’ye
giderken Ankara’dan gelen telefon ile gitmemiz engellendi. Aynı şekilde burada
da “beyaz makam arabası olan AK Vali” beni yasaklatabilirdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder