21 Şubat 2013 Perşembe

DİNDAR NESİL HIZLA YARATILIYOR!




           Türkiye gün geçtikçe siyasal İslam’ın etkisi altına sokuluyor. Çeşitli toplum mühendisliği yöntemleri ve teorisyenlerin halkı zapturapt altına almak için geliştirdiği, tarihte de denenip başarıya ulaşmış metotlarla halk gün geçtikçe düşünme yetileri ve özgür iradeleri ellerinden alınarak muhafazakarlaştırılıyor.
            II. Cumhuriyet dönemine hızla gittiğimiz ve yakında da ufak siyasi manevra ve değişiklerle adı konulmuş olacak bu sistem politik, hukuki, psikolojik ve sosyolojik zemininin hazırlanmasının yanı sıra “eğitim reformuyla” da taçlandı. Her değişim ve dönüşümün vazgeçilmezi olan eğitim reformu, II. Cumhuriyetçilerin yetiştirmek istediği gençlik için tasarlandı. Zaten Başbakan Erdoğan da niyetlerini gizlememekte, “Dindir bir nesil yetiştireceğiz” şeklinde döktüğü incisiyle yaptığı hesapları açıkça ortaya koymaktadır!
            Yıllardır eğitim sisteminden sessizce çıkartılan Evrim Teorisi, ortaokullardaki “üreme sistemi” konusu ve bazı tarih konularını, 4+4+4 sistemiyle birlikte sistemli bir değişim izlemiş ve 1923’de kurulan Cumhuriyetin temelleri ve Atatürk Devrimleriyle ortaya çıkan milli ve manevi değerleri genç nesillere öğretmekten vazgeçilmiştir. Yeni sistemde laiklik tamamen göz ardı edillmiş, din dersi adı altında sadece islam dini anlatılmakla birlikte siyasal islamın en büyük silahı “kuranı anlamadan Arapça okuma” da ders olarak sisteme sokulmuştur…
            Eğitim müfredatlarının yanı sıra kadrolaştırılan eğitimciler de öğrencilere değişen düzeni empoze etmeye çalışıyor. Antalya’da bir ilçenin milli eğitim müdürü kız ve erkek öğrencilerin birbirlerine 1 metreden fazla yaklaşmasını yasaklarken, Mersin’de bir lisenin müdürü bu sapkın uygulama için 45 santimi kafi gördü. İlköğretim okulları ve liselerdeki müdürlerin aşağı yukarı tamamının din kültürü öğretmeni olması da kadrolaşmanın boyutunu anlamak için yeterli. Alevi öğrencilerin bizzat okullarının müdürlerinden veya din kültürü öğretmenlerinden yediği dayak, kız öğrencilerin işittiği etek boyu veya okul dışında iffetli davranmama (sadece erkek öğrenciyle yan yana yürüme) azarı, eğitimde kadrolaşan sözde eğitimcilerin “dindar nesli” yetiştirme yöntemlerini gözler önüne seriyor.
            Son günlerde basına yansıyan ve herhalde devlet eliyle verilmeye başlanacak islam bazlı eğitimden bir önceki adımı oluşturan uygulama ise kan dondurucu. Mersin İl Milli Eğitim Müdürlüğü, Mersin İlim ve Kültür vakfı adı altındaki bir vakıfla protokol imzaladı. Protokol uyarınca cemaatten bozma olan ve vakıf adıyla meşruiyet kazanmış bu kurum gençlere islam eğitimi verecek. Yatılı okul öğrencilerini kapsayan “gece eğitiminde” gençliği bekleyen tehlikeler ve çözümleri, inancın bireysel ve toplumsal hayata etkileri ve gençlik döneminde yaşanan aşka yeni bir yorum adı altında dersler verilecek.
            Gece eğitimlerini verecek eğitmenlerse tamamen vakfın belirlediği kişiler olacak ve vakfın belirlediği yöntemleri kullanacak! Bugün din konusunda en doğru bilgilendirmeyi yapması gereken “devlet denetimindeki” kurum Diyanet İşleri bile islamın yozlaşmış, siyasallaşmış ve hurafelerle doldurulmuşunu halka anlatırken, vakıf adı altındaki bu irticacı oluşum denetimsiz bir şekilde gençlere istediklerini empoze edebilecek!
            Verilen derslerin isimlerine bakacak olursak irticacı kesimin, cumhuriyetin yetiştirdiği gençlerin hayat tarzlarına duyduğu rahatsızlığın kokusunu alabilir, çarpık ahlak ve bastırılmış duygularla yetişmemiş; din adı altında uyuşmamış ve sorgulayan nesilden zıttına geçme özlemini rahatça görebilirsiniz. Gençliği bekleyen tehlikeler adı altında işlenecek derslerde öğrenciler önce “kötü alışkanlıklardan” korkutulacak; ardından yozlaştırarak anlattıkları islama sorgusuzca bağlanmaları beklenecektir. Aşka yeni yorum adı altında gençlerin zihninde kız ve erkeği birbirinden uzaklaştıran ve ötekileştiren bir olgu yerleştirilecek; sevgili olmak ya da el ele tutuşmak gibi masum kavramlar bile ayıp ve ahlaksızca olarak lanse edilecektir. Hatta gençlere kadını acıtmadan dövmenin caiz olduğuna, dört eşin sorun teşkil etmediğine varıncaya kadar sapkın konular öğretilebilir. Bunların hiç biri herhangi bir paranoya ürünü değildir. Bu tarz oluşumların verdiği aynı isimli derslerin; Fetullah gülen okullarında öğretilen ve Fetullah’ın malum dershanesinin “abiler” ve“ablalar” adı altında cemaat evlerinde verdiği “etütlerin” aynı içerikte işlenmesi tecrübesiyle sabit, bu “vakfın” vereceği derslerin de diğerlerinden farklı olmayacağı aşikardır.
            Eğitimin islamlaşması adına atılan her adımda, bir sonraki adımın daha da katı olacağı öngörüldüğünde, bunun imkan dahilinde olmayacağı malum aydınlarca(!) yüksek sesler çıkartılarak ifade edilir. Ancak hep tam tersi olur ve unutulur. Eğitimden Atatürk ilkelerinin çıkarılması raddesine geldik, dogmatik değişim ve dönüşümün hayal edilenin ötesine geçtiğini gördük! Mersin’deki uygulama eğitimdeki islamlaşma ve dogmatikleşmenin sonu mu peki? Tabi ki hayır! Güneydoğu’nun mollalar için, Malatya’nın medeni kanunun yok sayılıp evlilik problemlerinin İslami yollarla çözüme kavuşturulması için pilot bölge seçilmesi gibi bu garabet uygulamada da Mersin pilot bölgedir. Cumhuriyet değerleriyle yetişmiş, aydın gençliği bertaraf etmek ve yenilerinin yetişmesini engellemek için; Başbakan Erdoğan’ın “dindar nesil” gayesini gerçekleştirmek ve değişen sisteme ayak uyduracak bir gençlik yetiştirmek için bu ve bundan daha korkunç uygulamalar hayata geçirilecektir. 


                                                                                                                     Gündem Gazetesi 21.02.2013

13 Şubat 2013 Çarşamba

GELENEKSEL TÜRK AİLE YAPISINI KORUMAK…





         Ahlak anlayışının sapık fanteziler üzerinden baskı ve övünç kaynağı olduğu günümüz Türkiye’sinde her geçen gün yeni bir uzuv müstehcen kategorisine giriyor! Birileri bunun halkın tercihi olduğunu söylese de halkın daha önce müstehcen görmediği bir vücut parçasını durup dururken müstehcen olarak algılaması alışıla gelmiş bir durum değil… Özellikle son yıllarda toplum mühendisliği yöntemiyle halkı daha muhafazakar hale getirme çalışmalarında insanları en kısa yoldan empati yoksunu, cinsiyetçi ve radikal hale getirmek için cinsellik ön plana atılıyor. İnsanları gün geçtikçe zapturapt altına almak için cinselliği tabu haline getirmek, cinsellikle alakası olmayan kavramları bu tabuya dahil etmek, eskiden tabu olmayan ya da bugün hali hazırda tabu olmaması gereken cinselliği ileride pazarlayıp insanları ahlak mührü altında bilinçlerindeki cinselliğe sapık bir yaklaşım ve çarpık bir şekil vermek gibi yöntemler kullanılıyor. Çoğu Ortadoğu toplumunda bu yöntemlerin bilinçli uygulamalarını ve belli bir seviyeden sonra bilinç seviyesini aşarak nasıl bir şuursuzluğa dönüştüğünü, bunun neden olduğu sonuçları ve sancıları gözlemlemek mümkün.
Türkiye de ise halka bunu empoze etmenin en kolay aracı elbette ki kişilerin sevdiklerinin yüzlerinden bile çok baktığı televizyon. Amacından sapıp yasak ve sansür kurumuna dönüşen RTÜK şu meşhur “ahlakı” en çok koruyan, kollayan ve hepimizi cennete göndermeyi şiar eylemiş kurumlardan… Gün geçtikçe o kadar normal ( halk tabanına göre) sahnelere, materyallere sansür uyguluyor; kadınların kıyafetlerine (halk tabanında normal kabul edilmiş) gereksiz mozaikler koyuyor ki normalin bilincimizde değişmesini sağlıyor. Kitlelere ulaşmanın en kolay yolu basın-yayın organlarıyla farkında olmadan yeni bir ahlak bilincimizde şekilleniyor…
Devlet televizyonu olmaktan çıkıp hükümet televizyonu haline gelen TRT de kendi çapında uyguladığı sansürlerle RTÜK’ün aşırılıklarını bile geride bıraktı. "Türk aile yapısı ve ahlakını korumak” adı altında yepyeni bir ahlak olgusu ve bakış açısının halka empoze edildiği şu dönemde TRT’nin ahlakımızı düzeltmek için yaptığı sansürler ise çok faydalı(!). Geçtiğimiz hafta yayınladığı “3:10 Yuma Treni” adlı filmde bir sahnede kadın oyuncunun omuzlarını sansürledi. Köprücük kemikleri ve üstü görünmesine rağmen, oyuncunun çenesine kadar olan bölge mozaiklendi… Cinsel bir organ olmamasına, çok açıklık içermemesine rağmen köprücük kemiğinin ve boynun kapatılması, normalin anormalleştirilmesine; normalin müstehcenmişçesine bilinçlerimize yerleştirilmesine gösterilecek bir örnektir. TRT’nin omuza ve boyna olan yeni takıntısı sadece bu programla da sınırlı kalmadı. Oyuncu Ayça Varlıer’in TRT’de konuk olacağı programda kendisine kıyafet konusundaki kısıtlamalar aktarıldı ve “sıfır kol, köprücük kemiğine kadar olan yakalar ve kısa etek” giymesinin yasak olduğu vurgulandı.  Sokakta her köşede görebileceğiniz, gayet normal kıyafetlerin yasaklanması, televizyonlarda sansürlenmesi ahlak koruma gibi bir amaca hizmet etmemektedir kısaca… Eskiden yayın bozulduğunda ekrana konan “Necefli Maşrapanın” bu zihniyet bozukluğunda kıvrımlarının mozaiklenerek yayınlanması münasip olur herhalde…
Sansürlerin hedefinin şiddet değil de kadın erkek ilişkileri olması, sansürlerin genelde kadına yönelik olması ve kadını meta olarak gören toplumda kadını daha da metalaştırması, cinselliği tabu haline getirerek çarpık bir ahlak anlayışın doğmasına neden olması ve normal olan olguları anormalleştirerek topluma yeni şekil vermesi hiçbir masumiyet ibaresi olamaz! Arkasına saklanıldığı gibi ahlakı koruma amacı olduğu savunulamaz…
            
                                                                                                                     Gündem Gazetesi 14.02.2013
                                                                                 

7 Şubat 2013 Perşembe

ERGENEKONDA SAVCILIKTAN AVUKATLIĞA!




           Başbakan Erdoğan geçtiğimiz hafta taze yandaş Fatih Altaylı’ya verdiği röportaj ile kuşkusuz hepimizi şoka soktu. Bugüne kadar Ergenekon Davası’nın savcılığını yürütürken birden avukatlığına soyundu.
            Erdoğan, muazzaf ve emekli askerlerin “terörist” sıfatıyla yargılanmasını yanlış bulduğunu, bunun TSK’yı doğrudan zor duruma soktuğunu ve “yıprattığını” söyleyerek askerlerin tutukluluk sürelerini de eleştirdi.
            Her zamanki mağdur ve mazlum başbakan imajıyla kendisinin yargıyı etkilemekle suçlandığını söyleyen Erdoğan kendini savunarak bunu ne denli yapabileceğinin ortada olduğunu ve belirli çevrelerce kendisinin suçlandığını açıkladı…
            Erdoğan’ın yaptığı açıklamalar hayret verici elbette! Sanki Ergenekon davası, yargılanan sanıklar iktidar partisine muhalif olan insanların hangi ideolojiden olduğu gözetilmeksizin içeri tıkıldığı; insanların darbe yapmakla suçlanmalarına rağmen kesin delil ve belgelere bir türlü dayandırılamayan iddialarla yargılandığı; fikir ve düşünce özgürlüğünü her daim kilit altında tutmaya yarayan yaralı(!) bir baskı aracı değil de sıradan ve bazı hatalar yapmış bir mahkemenin davası!
            Herhalde Erdoğan’ın bu çıkışının ne kadar samimiyetsiz olduğunun ve kendi devlet politikalarıyla ne kadar çeliştiğinin farkına varabilmiş; Ergenekon savcılarını ve hakimlerini koruyan; suçları kesinleşmemiş insanları mahkeme heyetinin suçlamalarıyla değerlendiren ve açıklamalarıyla zan altında bırakan; bugün eleştirdiği mahkemenin o gün doğrularını benimseyen (belki de yaratan) politikasıyla Erdoğan’ın bugün yaptığı açıklamaların ne denli doğru ve içten yapıldığını sizlerde tayin edebilirsiniz.
            Bu davada ciddi usul ihlalleri yapılmaktadır! Yakın zamana kadar ÖYM’ler hakkında yapılan değişiklikler, ÖYM’lere özgü üretilen usuller davanın demokrasiyi ve hukuku katletmesine sebep olmaktadır! Sizce bir mahkeme bu kadar ihlali ve keyfiyeti siyasi bir destek olmadan uygulayabilir mi? Hem de sırf bu dava için mecliste değiştirilen onlarca yasa maddesi AKP tarafından hazırlanıp, kabul edilmişken başbakan Erdoğan bu davaya müdahale etmediklerini nasıl açıkça dile getirir?
            Yakın zamana kadar ülkede en çok tartışılan konulardan biri TSK’nın yıpratılmasıydı! Emekli ve muazzaf askerlere yapılan suçlamaların orduyu yıpratacağını ve ülkeye zarar vereceğini savunurken bizlere AKP kanadından darbeci denilirdi. Çoğu ordunun tarihinde darbeler yaptığını, ancak hiç birinin Türk ordusu gibi geçmişteki darbe için bugün suçlanıp yıpratılmadığını, AKP’nin bu politikasının yanlış olduğunu hatırlattığımızda AKP kanadı Ergenekon davasını işaret ederek askerlerin suçlarını ( masumiyet karinesini ihlal ederek) öne sürüyorlardı!
            Bizler sergilenen bu oyunu, ÖYM’lerdeki yargılama komedilerini, duruma göre yasa maddelerinin değiştirilmesini, bu davalar üzerinde politik nüfuz ve cesaretlendirmelerini eksik etmeyen politikacıları, tarihin affetmeyeceğini söylerken başbakan Erdoğan da bugün askerleri terörist addedip tutuklayan mahkemeyi tarihin affetmeyeceğini söyledi. Farkındalık güzel bir şey ancak Türk halkı bunun ne kadar farkına varabilecek? Belki bir cemaat çekişmesi, belki yeni bir politik hesap ya da açılım süreci için atılacak kadife bir adım bu dönüşün sebebi… McCarthy dönemi cadı avını andıran ve sınırsız korkuyu tabana yayan bu sürecin ardından yapılan ani dönüşteki samimiyetsizliği seçmen anlayıp, bugüne kadar bu dava aracılığıyla tabana salınan korku ve askeri itibarsızlaştıran süreci sandıkta cezalandırabilecek mi? 

                                                                             
                                                                                                                     Gündem Gazetesi 07.02.2013