26 Nisan 2013 Cuma

KRONİK MİLLİ BAYRAM ALERJİSİ





            23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, son yıllarda Cumhuriyet Rejimi, Atatürk İlkeleri ve Milli Değerlere karşı artan düşmanlık ve yasakçılığın gölgesinde kutlandı bu yıl. Bazı kentlerde 23 Nisan kutlanıyormuş gibi uydurma hafta “Kutlu Doğum Haftası” kutlanırken, bazı kentlerde 23 Nisan rekorları kırılarak kutlamalar 2 dakika ila 3 dakika arasında değişen törenlerle geçiştirildi.
            Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül ise son iki yıldır her milli bayramda olduğu gibi bu bayramda da rahatsızlanarak resmi törenlere katılmadılar. Her yıl 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos ve 29 Ekim’de nükseden kronik hastalıkları ise beni bir hayli üzmekte. Zira bu rahatsızlanmaların tedavisi tıp lügatinde mevcut değil. Milli Bayramlara Karşı Kronik alerji rahatsızlığından kurtulmak için uzun bir tedavi süreci gerekli.
            Belirtileri “sonsuz Atatürk düşmanlığı, Atatürk ilke ve devrimlerini çarpıtma, Türk Devrimler Tarihini manipüle ederek halka lanse etme, laikliği dinsizlik olarak gösterme…” şeklinde devam eden bu rahatsızlığın tedavisi ise çok basit. Rahatsızlıktan kurtulmak için “Türk Tarihini” eksiksiz bilmek yeterli.
            Başbakan Erdoğan Milli Mücadele’yi ve İnkılap tarihini tarafsız bir kaynaktan okur; kafasından, bugün popülaritesi artarak devam eden ve dinci cemaatler tarafından benimsenmiş yalanlarla dolu bir şekilde anlatılan Türk Tarihini çıkarırsa bu rahatsızlıktan kurtulabilir. 
            Öncelikle Vahdettin’in doğum gününü “10 Kasımda” kutlamak yerine, Osmanlı Devletinin başkentini, Çanakkale’de verilen yüz binlerce şehide rağmen itilaf devletlerinin askerlerine teslim eden bu adamın hain olduğunu kabul etmeli. Milli Mücadeleyi ateşleyen süreci başlatan ve Anadolu’da yapılan kongrelerin padişahın emriyle yapıldığı yalanına inanmaktan vazgeçilmeli.
            23 Nisan’da açılan meclis ile egemenliğin halka verilmesinin ve padişaha kulluğun sona ermesinin“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir diyorlar! Yalan; egemenlik kayıtsız, şartsız allahındır” diyerek çarpıtılması yerine milli iradenin yüceltilmesi gerekir. En çok da bu kısım anlaşılırsa 23 Nisan kronik rahatsızlık yaratmaktan çıkar!
            Aynı ilaç 29 Ekim için de geçerli. Cumhuriyet rejimini dikta rejimi gibi görmek ve halka lanse etmek yerine; laikliği dinsizlik zannedip halkı laikliğe düşman etmek yerine bunları okuyup anlamak yeterli! (
            Baktınız tedavi işe yaramıyor, devam ediyor bu alerji; büyük bir bardak zemzem suyu için üzerine yeterli… Atatürkçü Türk genci oldukça Cumhuriyetin ve bayramların bekçisi, ancak ve ancak bir bardak zemzem rahatlatır sizleri!..


                                                                                                     Günden Gazetesi 25.04.2013
            

18 Nisan 2013 Perşembe

BU BAKANLAR O KOLTUKLARA YAKIŞMIYOR!




             Geçtiğimiz hafta Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın Edirne ziyaretinde yaşananlar beni hayretler içersinde bıraktı. Ne kadar üzüldüğümü ve olayın etkisinde kaldığımı tarif edemem. Birçoğunuz yaşanan talihsiz olayı televizyonlardan görmüş ya da gazetelerden okumuşsunuzdur. Bakan Bayraktar, camiye namaza gitti sırada yanına kanser hastası bir hanım yaklaşıyor. İlaçlarını temin edemediğini; tedavi sürecinde yardım beklediğini bakana iletiyor. Bakan ise elini cebine atarak yardım isteyen kadının eline bir tomar para sıkıştırmaya çalışıyor. Bu sırada parayı geri çevirmeyi deneyen ve yardım isteği askıda kalan hanıma bakan “al işte kızım al, ben daha ne yapayım sana…” diyerek hırkasının cebine parayı iliştiriyor. Daha sonra da “sakın düşürme haa, orada epey para var” diyerek yaptığı rezalete bir de mum dikiyor… Kameralar bu sırada valinin Bakanı sanki ülkedeki sağlık problemini çözmüşçesine, anlamsızca kucaklamasına odaklanırken gururu kırılarak kenarda gözyaşlarına boğulan kızı çekmiyor… Gururu kırılan kanser hastası hanım ise parayı iade etmek üzere Bakan’ın o pek gözlerden sakınarak ve asla gösteriş amacı gütmeden kıldığı(!) namazının çıkışını bekliyor… Namaz çıkışı koruma engellerini aşarak bakanın yanına ulaşan kadın parayı geri vererek “ben dilenci değilim. İnsan konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım. Görüyorum ki siz çaresizliği hiç yaşamamışsınız” diyerek gözyaşlarına boğuluyor. Yaptıkları hatanın hala farkında olmayan bakan ve beraberindekiler ise “kızım sen ne istiyorsun? Ne istiyorsun” diyerek kıza hesap soruyor.
            Hastalığını tedavi ettirememenin tüm çaresizliğiyle yolda karşılaştığı bakandan yardım isteyen bu hanımın yaşadığı travmanın, hayal kırıklığının ve kırılan gururunun şüphesiz tarifi yoktur. Kendisinden yardım isteyen ama “para istemeyen” vatandaşın eline baştan savma bir şekilde; berbat bir tavırla para sıkıştıran Bakan Bayraktar’ın o an düşündüğü nedir? Seçimlerde oya dönüşsün diye hizmet vermek yerine halka makarna, kömür veren hatta su götürmediği köye çamaşır makinesi armağan eden AKP’nin kabinesindeki bu bakanın tavrı sadaka kültürüne alıştırılmış halkın yarattığı “kolay lokma” imajı mıdır? Kömüre, makarnaya oy alan ve halkı sadakalar ile kendi partilerine bağlayan kabinenin bakanından, kendisinden yardım isteyen bir vatandaşa dilenci muamelesi yapmayıp büyük bir ilgiyle problemini dinlemesi ve bu problemin aynı durumda olan tüm Türk vatandaşları için geçerli olduğu sentezini yapıp problemin çözümü için çalışmalar başlanması zaten beklenmez!
            Bakanın tavrı kadar vahim olan bir diğer husus da o hanımın tedavi olmak için yardım istemeye ihtiyacı olması. Oysa bu onun en temel hakkıdır. Devlet tarafından güvenceye alınması gereken; her koşulda tedavi şartlarının kendine sağlanması gereken bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı! Türkiye Cumhuriyeti bir sosyal devlettir ve sosyal devletin gereklerini yerine getirmemektedir. Özellikle küçük Amerikalaştırılan Türkiye, sağlık sektöründe de Amerika Birleşik Devletlerini model almakta ve hiçbir temel ihtiyacı karşılamamaktadır. Yapılan ameliyatlar; uygulanan tedavi süreçleri ve hatta grip ilaçlarının birçoğu artık devlet tarafından karşılanmamaktadır. Sağlık sektöründe bize sosyal devlet olduğumuzu hatırlatan sadece bilmem kaç liralık hastane masraflarının cüzi bir kısmını devletin karşılaması ya da ilaç alırken size uygulanan komik bir indirim yüzdesidir; o da maaşınızdan kesilip gitmektedir. Dünya üzerinde nice devletler var ki bugün sosyal devleti Türkiye’den sonra anayasalarına koymalarına rağmen, Türkiye’nin yanından geçemeyeceği kadar iyi uyguluyorlar. Örneğin Norveç tüm vatandaşlarının bütün sağlık harcamalarını; tedavilerini; ilaçlarını ceplerinden tek kuruş çıkmadan karşılıyor. Tevdavileri sonrası psikolojik yardımlarını da eksik etmiyor. Bunun yanında psikolojik iyileşme sürecine katkı sağlayacaksa o hastaları güneşin bol olduğu Akdeniz ülkelerine uzun tatillere yolluyorlar. Yine vatandaşlarının cebinden bir kuruş çıkmadan! Eğitim, altyapı, güvenlik gibi hizmetlerin mükemmelliğinden bahsetmiyorum bile!
            Türkiye sosyal devlet olmasına rağmen bunları niçin yapmıyor? Parası mı yok, kaynağı mı yetmiyor? Norveç’in kaç katı toprağa ve nüfusa sahip; 75 milyon nüfustan vergi alıyor. Bu vergiler o kadar yüksek ki başta benzin olmak üzere birçok üründe dünyanın en pahalısını kullanıyoruz. Çoğu memur, çalışan, esnaf ağır vergiler altında eziliyor. Gelirinin %53’ünü vergi olarak veren meslekler var! Doğal kaynaklar desen dünyada ilk sıralardayız… Kaynaklarımız da gayet değerli kaynaklar… Baktığımızda Norveç’ten zenginiz! Peki, bizim bu kaynaklar nerelere gidiyor? Muayeneler yapılmıyor, tedavi süreçlerine karışılmıyor, ilaç paraları bile ödenmiyor! Verilen onca vergi, sahip olunan onca kaynağın geliri kime gidiyor, nereye gidiyor? Bu parayı kim hırsızlıyor, kimler yiyip içip hoş geziyor?!
            Bakandan yardım isteyen ve yerin dibine sokulan Dilek Hanım’a devlet yardım edecek evet! Peki devlet geriye kalan yüzlerce tedavi imkanı olamayan kanser hastasına ne yapacak. HİÇ! O kurtuldu, ama onun gibi tedavi olmayı bekleyen; hasta olduğunu öğrendiğinde hastalığına üzülemeyip nasıl tedavi olacağını kara kara düşünen yüzlerce kanser hastası; başka hastalıklardan muzdarip binlerce vatandaş var… Onların tedavi paralarını birileri yerken onlar ölümle burun burunalar. Dilek Hanım’ın bakana da sitem ettiği gibi “belli ki zalimler çaresizliği hiç yaşamamışlar!”


                                                                                                                  Gündem Gazetesi 18.04.2013

11 Nisan 2013 Perşembe

BU AÇILIMLA BARIŞ GELMEZ!




           Türkiye’de yıllardan beri bir balon şişiyor, şişiriliyor! Hiçbir zaman düzlüğe çıkamamış; kaoslar, çatışmalar, askeri darbeler, sivil darbeler ve karşı devrim girişimleriyle yüz yüze gelmiş canım ülkemin siyasi hayatı bu kez de açılım süreci ile uzun bir süre düzlüğe çıkamayacak, adı açılım ama kendisi bir o kadar kapalı olan bu süreç ile büyük zararlar görecek...
Etnik farklılık jokeri Türkiye Cumhuriyetinde ilk kez Şeyh Sait isyanıyla oynandı. Dönemin süper gücü İngiltere, Osmanlı’dan arta kalan petrol zengini Arap coğrafyasını içerken Lozan masasında karara bağlanamayan “Musul Sorununu” kendi lehlerine çözebilmek için Türkiye’yi güçsüz bırakmaya ihtiyacı vardı. Bu amaçla Türkiye’nin doğusunda bir isyan başlattı ve Türkiye’nin Musul’u kaybetmesine neden oldu… Tabi ki bu faydalı kartı son kez oynamayacaklardı…
Batının yeni Şeyh Said’i Abdullah Öcalan oldu. Batılı devletlerce fonlanan, beslenen, eğitilen bir terör örgütü kuruldu, adı PKK oldu. Türk halkına PKK öyle bir lanse edildi ki sanki PKK Kürt kökenli vatandaşların sözcüsü gruptu, istekleri Kürt kökenli vatandaşların istekleriydi. Bu imaj PKK’yı besleyen devletlerce yetiştirilen her zaman PKK’nın taleplerini “Kürt vatandaşların” talepleriymiş gibi kamuoyuna pazarlayan Kürt Kökenli politikacılarla pekişti. Oysa PKK’nın talepleriyle, Kürt vatandaşların talepleri arasında çok büyük uçurumlar vardı. O dönemde Güneydoğu bölgesinde yapılan ve Kürt vatandaşların “gerçek problemlerini” anlamayı hedefleyen sosyolojik araştırma sonuçları;
“T.C. vatandaşı olmaktan gurur duyuyorum” diyen; %81
“Türk ordusu bizim ordumuzdur” diyen; %79
“Türkiye Cumhuriyeti benim devletimdir” diyen; %82
“Türk Bayrağı hepimizin bayrağıdır” diyen; %84
“İstiklal Marşı benim marşımdır” diyen; %83
“Ortak dil kullanma ve ortak yaşama alanına sahip olmaktan rahatsız olan” sadece %30, oranında çıkmıştır. Ayrıca Güneydoğu’da yaşayan Kürt vatandaşların büyük çoğunluğu “PKK”yı kendi sözcüleri olarak görmemekteydi. Bu araştırma dönem hükümetince ne hikmetse kaile bile alınmadı. Araştırmayı yapan sosyologlara vatana ihanet etmişler muamelesi yapıldı ve anında susturuldular! Dönemin hükümeti terörle mücadelede terörü Türkiye’nin başına tebelleş eden otoritelerden akıl alıyordu, yanlış üzerine yanlış yapıyordu. PKK ile Kürt halkı arasındaki uçurumu görmüyordu.
Durum aynı mantalite ile günümüze kadar ulaştı. Bugün barış diye dayatılan çözüm önerileri bu mantalitenin ürünü olarak yanlış temeller üzerine kuruluyor. Her ne kadar adı açılım olup da halka açılmasa da bu açılımdan ortaya saçılanlar federasyon kurulması, milli kimliğin ortadan kaldırılması gibi değişikliklerin yapılacağı…
Toplumsal bilinçaltı da bu minvalde öyle bir işleniyor ki “Türk’üm” demek ya da “milliyetçiyim” demek kafatasçı olmakla eşdeğer forma sokuluyor. PKK ile yapılan mücadele Kürt vatandaşlara karşı yapılmış gibi gösterilirken; Jivkov’un Türklere uyguladığı, Çin yönetiminin Doğu Türkistan’a uyguladığı, Hitlerin Yahudilere uyguladığı etnik asimilasyon ve temizlik uygulanmış havası estiriliyor. Ancak barış için ortaya konan talepler de Kürt vatandaşlarının talepleriymiş gibi PKK’nın istek ve arzuları çeşitli kanallar aracılığıyla havada uçuşuyor. Türkiye’de barışı bozan adam ise barış elçisiymiş gibi ön plana atılmaya çalışılıyor. Günümüzde etnik çeşitliliğe sadece Türkiye sahipmiş ve Türkiye de bunu kabul etmiyormuş gibi davranılıyor!
Bu sürecin, açılımın veya saçılımın; akil insanların ya da bu yöntemlerle yapılacak herhangi bir hamlenin Türkiye’ye barış getirmesi beklenemez. Bu sürecin başka sonuçlar doğuracağı ve bu sonuçlar arasında barışın olmayacağı; olsa da ne şekilde geleceği aşikardır…

***
“Etnik farklılığı her zaman kendi siyasi çıkarları için kullanan; hatta yeri geldiğinde aynı etnik grubun fiziksel farklılıklarından bile iki etnisite ortaya çıkarıp birbirine kırdıran manipülatif batı siyasetini Banu Avar’ın Patrick Devedijan ile yaptığı mülakatın şu kesiti çok net ortaya koymaktadır”

Banu AVAR: Siz bir Ermeni olarak 1915 olayları konusunda ne düşünüyorsunuz?
Patrick Devedijan: Ermeni değilim, Fransız'ım. 
Banu AVAR: Ama siz Ermeni kökenlisiniz.
Patrick Devedijan: Burası bir ulus devlet ve ben de Fransız yurttaşıyım. Yani, Fransız'ım!
Banu AVAR: Ama siz değil misiniz Türkiye'de Kürt, Laz, Çerkez, Süryani denmeli diyen? 
Patrick Devedijan: O başka...


                                                                                                                  Gündem Gazetesi 11.04.2013

4 Nisan 2013 Perşembe

YENİ TREND TEPKİSİZLİK


    


    Türkiye bölünmenin eşiğinde; Türklük kavramı sorgulanıyor, Atatürk ilkeleri yeni anayasa ile bertaraf edilirken Türkiye Yugoslavya’nın yolundan gidiyor! Komşu ülkelerde kıyametler kopuyor, Ortadoğu’da savaş çanları çalıyor, ekonomi bayır aşağıya yuvarlanıyor, Türk halkı uyuyor…
                Hiç düşündünüz mü neden 5 ay önceki gündemi hatırlamıyorsunuz? 4 ay önce tartışılanlar niçin hatırınızda değil? Size, Türkiye’de son iki yılda gerçekleşmiş dört olay söylesem doğru şekilde oluş sırasına yerleştirebilir misiniz? Milli iradeye, ideolojinize ters düşen gelişmeler yaşansa bile sizin tepkinizi ortaya koymaktan; sokağa taşımaktan alıkoyan şey nedir?
                Hemen hemen herkes bunu yaşıyor. Kimse ne beş ay önce yaşananları biliyor, ne de sokağa dökülüp hesap sorabiliyor. Tepkisizleştirilmiş, bilinçleri adım adım yok edilen, düşünmeyen, sorgulamayan, sadece kapitalizmin izin verdiği derecede mutlu olabilen ve bununla yetinen; bilinçlerini televizyonlardaki vasıfsız programlara, içeriksiz dizilere tutuklatan, aklını yüksek sesli müziğe, alışverişe teslim etmiş, tepkilerini futbol maçlarına ve içeriksiz tartışmalarına ve magazin programlarına hapsetmiş bir millet olduk çıktık…
                Birçok devlete uygulanan operasyon yıllardır Türkiye’ye de uygulanıyor. Kitle iletişim araçları ile insanlar istenilen şekilde yönlendiriliyor! Dünyada birkaç kişinin elinde bulunan haber ajansları tüm dünyanın nabzını tutarken, ağız birliği edip gerçekleri istedikleri gibi şekillendiriyorlar; bilinç ve tepkilerinizi gerçeklere göre değil, onların size aktardıklarına göre yönlendiriyorlar… Yine çok az bir zümrenin elinde tuttuğu televizyon kanallarında üretilen formatlar tüm dünya televizyonlarınca, halkın yapısına göre düzenlenip yayınlanıyor. Dikkat ettiğinizde tüm dünyada izlenen programların formatları aynı, diziler hemen hemen birbirine benziyor. İnsanlar ortaya atılan bu formatlar ile günlük meraklara, heyecanlara, ulaşamayacağı hayatlara kendilerini kaptırıyor. Öyle ki ne kitap okumaya, ne gazetelere göz atmaya, ne haberlere ne de tartışma programlarına vakit kalıyor. Tek gaye bir sonraki bölümü kaçırmamak, dizi karakterleri gibi yaşamak oluyor. Televizyon karakterlerinin dış dünyadan, siyasetten etkilenmemesi bireyi de aynı şekilde etkiliyor. Kişi onlar gibi hissizleşmeye veriyor kendisini…
                Talk showlarda hep aynı içeriksiz geyik muhabbetleri, düşündürme amacı olmayan, anlık tüketmeye yarayan sohbetler, gereksiz bilgiler, makinelerce yapılmış, sanatsal hiçbir değeri olmayan garip müzikler…
                İnsanların yönlendirildiği alışveriş çılgınlığı da cabası. Biri eskimeden yenisi çıkan elektronik aletler, moda adı altında sürekli değiştirilen kıyafetler, kullanmak için değil gösterip atmak için yapılan eşyalar. İnsanlar bir üst modele yetişebilmek, son modayı takip edebilmek için umarsızca harcıyor, düşünmeden alıyor, alıyor, alıyor… Kontör parasını ödeyemeyenin elinde son model telefon, kredi kartını ödeyemeyenin üzerinde son moda kıyafetler…
                İşte yıllarca bu tuzaklarla, bu programlarla yaşadık, zihnimiz böyle şekillendirildi, böyle hissizleştirildik. Televizyonun, sosyal paylaşım sitelerinin kölesi; vasıfsız programların, sonu gelmez tüketim merakının figüranları olduk… Birileri yazdı, birileri uyguladı ve bilinçler tahrip edildi, kavramlar manipüle edildi! İzin verildiği kadar mutlu, izin verildiği kadar öfkeli ve izin verildiği kadar sorgulayan tipik 21. yüzyıl dünya vatandaşları oluverdik…


                                                                                                                     Gündem Gazetesi 04.04.2013