29 Ocak 2015 Perşembe

SİRİZA-CHP-HAAVODA




            Yunanistan’da Radikal Sol Koalisyon, SİRİZA, 2007’de %5 oy oranı ile başladığı iktidar yürüyüşünü geçtiğimiz pazar günü yapılan seçimlerde %46 oy alarak zirveye taşıdı, sandıktan birinci parti olarak çıktı.
            Ekonomik krizlerin ardından genelde sandıktan sağcı partiler çıkar, zaman zaman da işin ucu totaliter rejimlere kadar uzanır. Bunu Türkiye’de de deneyimledik, deneyimliyoruz. Ekonomik krizle boğuşan Yunanistan’da tarihteki örneklerin ve Avrupa’da esmekte olan neoliberal ve sağcı atmosferin aksine sandıktan “radikal sol” bir partinin çıkması en başta şaşırtıcı gözükebilir. Ancak SİRİZA’nın iktidara çıkış sürecine baktığımızda başarısının tesadüf olmadığını görebiliriz. Tsipas önderliğindeki SİRİZA, Yunanistan’daki kemer sıkma politikalarına karşı geliştirdiği söylemleri ve planlarıyla halkın dikkatini çekti. 70’lerde Akdeniz ülkelerini kasıp kavuran sol rüzgarın heyecanını Yunanistanlılara yeniden hatırlattı. Kararlı ve azimli söylemleri, çalışmaları, parti içi demokrasinin işlerliği, programatik olarak ayakları yere basan ve halkın isteklerine cevap veren net çizgileri ve antiemperyalist duruşu SİRİZA’yı iktidara taşıdı.
            Politik rüzgarın neoliberal ve sağcı partilerden tarafa estiği bu dönemde SİRİZA’nın zaferi tüm dünyadaki sol çevrelerde heyecan yarattı, CHP de bu heyecana kapılanlardan… Ancak SİRİZA’yı iktidara taşıyan etmenlerin hiçbiri CHP’de yok. CHP’de ideolojik netlikten çok ideolojik çatışma var. Sol parti olmanın gerekleri yerine getirilmiyor. Parti içi demokrasi neredeyse yok. Genel merkez Erdoğanvari tutumuyla muhalif sesleri hemen bastırma, partiden istifa ettirme veya ihraç etme yoluna gitmeyi tercih ediyor. CHP Sosyal Demokrat bir parti olma iddiasında ancak üyelerinin parti yönetimine katılması engelleniyor. Önümüzdeki seçimlerde milletvekili adayları birkaç pilot bölge haricinde yine merkez ataması yöntemiyle seçilecek. Parti içi karar mekanizması Parti Meclisi’nden ibaret hale getirilmiş olmakla birlikte PM’nin yeterliliği ve parti içindeki baskı mekanizması sebebiyle aldığı kararların sağlıklılığı tartışılır durumda. Ulusalcı sol için umut olan CHP parti içindeki ulusalcı isimleri temizlemekle meşgul. Atatürkçü bir parti olmaktan çok uzaklarda, altı okun hepsi kırık. Türkiye’deki solun erozyona uğratılıp, ideolojinin adıyla çelişse de, sorgulamaktan çok körü körüne teslimiyet halini aldığı ve marjinalitesi yüksek bir şımarıklığa itildiği bu dönemde CHP’deki sol yelpaze daha da bölünüp ayrıştırılıyor. Oysaki SİRİZA açılımı “Radikal Sol Koalisyon” olan ve Yunanistan’daki sol fraksiyonları çatısı altında toplayan birleştirici bir güç. CHP’de SİRİZA’nın aksine ideolojik bir netlik yok. CHP’de programatik olarak icraatlara ve söylemlere bakıldığında aradaki çelişki inandırıcılığı yıkıp geçiyor; bir gelecek vaad etmiyor. SİRİZA özelleştirmelerle beli bükülen Yunanistan’da, antiemperyalist tutumuyla yabancı sermayeye göz açtırmayacağını vaad etti ve ilk icraatı olarak da tüm özelleştirmeleri askıya aldı. Diğer yandan Türkiye’nin de özelleştirmelerle milli hiçbir yatırımı kalmazken, antiemperyalist olma iddiasındaki CHP’nin ABD’ye sık sık ziyaretler düzenlemesi, ABD’de kapı aşındırması sol seçmen için güven teşkil etmiyor! İktidara gelse SİRİZA’nın dik duruşuna erişemeyeceği izlenimini uyandırıyor.  
            Önümüzdeki ay erken seçime gidecek İsrail’de sol banttaki HAAVODA partisi, dünyada yükselen anti-semitizm ve Filistin’de artan HAMAS sempatizanlığının etkisiyle daha da milliyetçiliğe yönelen politik atmosferde adını Siyonist Cephe olarak değiştirip sağ söylemler ve bazı sağcı isimler ile seçime gidiyor. CHP işte bu yöntemi benimsiyor. AKP’nin eksenini kaydırdığı Türkiye’de CHP dik durup ilkelerinden ödün vermemek yerine şekil değiştirip neoliberal, İslamcı eksene ayak uyduruyor; partinin ideolojisini batı himayesindeki teslimiyetçi sola “Yeni Türkiye’de” yer edinmek adına kurban ediyor!
             “Yunanistan’da SİRİZA kazandı, sol yeniden diriliyor” demekle olmaz, CHP’nin SİRİZA olması için programatik yenilenmeye, ideolojik netleşmeye, parti içi demokrasiyi yeniden işler hale getirmeye acil ihtiyacı var. Ancak bizler CHP’den SİRİZA olmasını beklerken, CHP HAAVODA olmayı tercih edip kendi sonunu hazırlıyor.
                                                                                                                     Gündem Gazetesi 30.01.2015

23 Ocak 2015 Cuma

GERÇEK REKLAM; AKP




         Çözüm süreci ile ülke bölünüp parçalanırken; kendi iktidarlarının devamlılığı için Wikileaks belgelerinde gördüğümüz gibi İzmir’e yabancı askeri kuvvetler için askeri üs yapılırken, Malatya’ya füze rampaları inşa edilip ülkeye batılı kuvvetler sokulurken ve canlı canlı izlediğimiz; Kobani’ye sözde yardım etmek için cümbüşle Türkiye’ye giren ancak daha sonra haber alamadığımız Peşmerge kuvvetleri varken, kendi hukuksuzluklarını örtmek için kişiye özel kanunlar çıkartılırken, I. Dünya Savaşı’ndaki Sevr Antlaşmasını ısıtıp bugün “Büyük Ortadoğu Projesi” diye önümüze koyduklarında bu projeye “eşbaşkanlık” yaptığını ilan eden dönemin başbakanı bugünün saraylısı varken hangi reklamı izlediğimiz aşikar!
Milli mücadele dönemindeki İstanbul hükümetini hatırlayınız değerli okurlar. Kendi saltanat ve zenginliklerinin devamlılığı için vatanını satmış, işgale kucak açmış, yabancı kuvvetlerin kucağına oturmuş, ülkeyi bölüp parçalamış bir saray ve İstanbul hükümeti tablosu vardı.
İşte 12 senelik AKP iktidarı bunun tekerrürüdür. Tülay Babuşçu, cumhuriyet rejiminin kendisine verdiği milletvekilliği sıfatıyla “90 yıllık reklam arası bitti” diye açıklama yaparken aslında 12 senelik AKP iktidarının bir reklam arası olduğunun farkında değil. O reklam arası Son Osmanlı’nın reklamıdır.
90 yıllık bu cumhuriyete 12 yıllık iktidarlarında Son Osmanlı reklamını izletenler, demokrasiyi kesintiye uğratıp güçler ayrılığını ilga edenler “Son Osmanlı reklamının” uzun sürmeyeceğini bilmelidirler. Demokrasiyi kesintiye uğratanların, İstanbul hükümetini yaşatanların ve reklamların fıtratında “bitmek” vardır!         
                                                           AK’LANAMAZSINIZ!
             Meclis Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu üyelerinden bazılarının “bakanlar suçu kabul ederlerse etsinler, ben yolsuzluk olmadığına inandım” dediği, yolsuzluk ve rüşvet davalarına bakan hakim ve savcıların bilmem kaçıncı kez görev yerlerinin değiştirildiği, delillerin karartıldığı, hayvanat bahçesi müdürlüğünden devşirme TÜBİTAK başkanının dünya üzerinde o kadar net ses kaydının kolajını yapabilecek bir teknoloji olmamasına rağmen tapeler hakkında “hece hece birleştirilmişler” diye açıklama yaptığı bir komediyi izledik.
            Geçtiğimiz Salı günü bu komedyanın devamı mecliste idi. Bugüne değin bir başbakan ve birçok bakan yüce divana sevk edildiği halde hiç biri için “darbe girişimi” denilmemişti. AK zihniyet darbecilik-mazlumculuk oyununun suyunu çıkardı, suçları deliller ile sabit bakanların yargılamaları için bile “darbe iddiasında” bulundu. Mütemadiyen dövülen, gazlanan, susturulmaya çalışılan, hapsedilen, soyulan, yolunan bizler iken nöbetçi mağdurlar bir kez daha günü kurtardı. Parlamenter sistemin %10 barajı ile kangrene dönüştüğü ve “milli irade” diye meydanlarda bas bas bağıranların milli iradeyi bizzat felce uğrattığı Türkiye’de yolsuz bakanlar sözde AKlandı!
            Bugün gücü ellerinde bulunduranlar, halkı aptal yerine koyarak çeşitli mizansenlerle kendi kendilerini AKlayabilirler ancak yarın kokacakları aşikar… Tarih unutmaz, kamuoyu vicdanı unutmaz, Türk Milleti bugünleri asla unutmaz! 
                                                                                                                     Gündem Gazetesi 23.01.2015

20 Ocak 2015 Salı

BARBAROS ŞANSAL; Hem modayı bırakıyorum hem de Türkiye’den ayrılıyorum!



Yıldırım Mayruk’un 2023’e Hikayeler defilesi sebebiyle Çanakkale’de bulunan usta modacı, kendi deyimi ile “Terzi Yamağı”  Barbaros Şansal, Gündem Gazetesi Yazarı Ulaş Pehlivan’ın sorularını yanıtladı. Çanakkale hakkında, Türkiye ve Dünya gündemi hakkında birçok görüş ve düşüncesini açık yüreklilikle paylaşan Şansal gelecek planları hakkında da daha önce hiçbir yerde duymadığınız açıklamalarda bulundu. İşte o çarpıcı röportaj;

Ulaş Pehlivan; 2023’e hikayelerin isim babası sizsiniz. Niçin “2023’e hikayeler? 2023’e hikayelerin bize anlatmak istediği nedir?
            Barbaros Şansal; Çünkü, cumhuriyetin 75. yılı idi. O zaman “yorumsuz” dedik biz çünkü hala 10. Yıl Marşı ile 75. yıl kutlanıyordu. Biz de son 25 yılı 50 gösteri yaparak cumhuriyetin 100. yılına tamamlamayı kararlaştırdık. 75. yılda kıpkırmızı bayrak bir podyumda tek hilal ve 75 farklı yıldız kullanıp kurumsal logomuzu, “Yıldırım Mayruk” yazısını, podyumun önüne yapıştırdık ve “hiçbir şey bayraktan üstün değildir” dedik. 2023’e Hikayeler ise çağdaş, alımlı, küresel Türk kadınının formatlarını yenileyen; yineleyen ve o süreçteki siyasi, ekonomik, sosyal, çevresel faktörlerden her birini paketleyip toplumla buluşturan gösteriler zincirini oluşturduk. Çok işler başardı 2023’e Hikayeler. Mesela sosyal medyadaki ağzı bantlı fotoğrafım, kolumda kelepçeli fotoğrafım, Filistin Bayraklı fotoğrafım, bu sene idam urganı ile çıktığım fotoğrafım… Biz Yıldırım Mayruk olarak Türkiye Cumhuriyetinin yetiştirdiği terzileriz. Maalesef Terzilik Meslek Okullarındaki erkek bölümleri kapatıldı. Sanırım bu iktidar erkeklere de etek giydirmeye çalışıyor ve annelik kariyerini uygun görüyor.

U.P;Kaçak Saray ve çevresindekiler ne giyer? Saray ve çevresinin giyim tarzını nasıl buluyorsunuz?
            B.Ş; Polisyester giyerler, ne giyecekler! Meme altından kalın kemerler, altta pantolonlar, içinde motosiklet kaskı unutulmuş gibi tesettürler… Bilmiyorum, onları kim giydiriyorsa onlar giydiriyor. Bakın, onlar giydiriliyor ve onlara “giydiriyorlar”… Ben dikiyorum, bana “diktiriyorlar”…

-U.P; 16 eski Türk devletini temsil eden askerlerin Aksaray’da Filistin Devlet Başkanını karşılamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve bir modacı olarak bize bu kıyafetleri nasıl değerlendireceksiniz?
            B.Ş; Şimdi ağır da söylemek istemiyorum ama… Ben o fotoğrafı gördüğümde gerçekten photoshop olduğunu düşündüm. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetlerinin resmi üniformalı bir görevlisinin merdivenin arkasında tuvalet bekçisi gibi bırakılması, Türkiye Cumhuriyetinin figürasyona atıldığı ve bir takım şaklabanlığın merdivene dizildiği bir rezalettir. Atatürk Orman Çiftliğini beleşe Beştepe yapmaya çalışanların bir şeyi unutmaması gerekiyor; o görsel dünyanın gözü önünde Oz Büyücüsü ve Alice Harikalar Diyarında masallarını hatırlattı herkese. Özellikle teneke adamın yanında “Aslan Adam” da olması gerekirken, merdivenin ortasında korkuluğu gördük biz. Yani, daha ne diyebilirim ki?

-U.P; Yeni Türkiye sizce nedir?
            B.Ş; Eskisi var mı ki yenisi olsun? Böyle yeni-eski gibi şeyler yok! İyi şey eskimez…

-U.P; Peki, Yeni Türkiye ve yeni aydınları hakkında neler söyleyeceksiniz? Mesela Tuğçe Kazaz ve çıkışları?
            B.Ş; Kuşum Aydın çok daha felsefi geliyor bana Tuğçe Kazaz’ın yanında! Ve bu arada ülkenin geldiği noktada “benim oyum çobanla bir mi” diyen Aysun Kayacı’nın ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anlıyoruz… Hatta, halen kapalı bulunan Atatürk Kültür Merkezindeki bir sergide, Hülya Avşar’ın profesör ressam hocanın yüzüne bakıp “aa bu tablo benim kocamın tuttuğu takımın renklerinde” demesi, Demet Akalın’ın bebeğine “baby shower party” yapılması… İşte bunlar herhalde sizin söylemek istediğiniz. Normal yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının büyük bir bölümü gerçekten şaşkındır bu yaşanan karşısında ama refleksler sağlamdır. Bir laf vardır “çarıklı erkan” diye… Onu hatırlatmak lazım, çünkü unutmasınlar kendilerinin nasıl “çarıklı erkan” olduklarını… Onlar, birçok askerimiz çarığını cephede yediği için, ülkede çarık kalmadığından çarıklı erkan oldular… Ben adamı velevden yırtarım overlok tutmaz! Sinirlendirmesinler beni!

-U.P; Charlie Hebdo saldırısı hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
            B.Ş; Düşüncelerim çok açık. Ben düşündüğüm dilde sevişir, düşmanımın dilinde savaşırım diyorum. Tabi ki özgürlükleri sonuna kadar savunuyorum. Orada peygambere hakaret yoktur. Kaldı ki bir ilustrasyonla, bir karikatürle, bir çizimle; sözsüz kalemle anlatımların ve hatta küfürlerin bile suç sayılmasını bu kadar insan dünyada yağmalanırken, öldürülürken, açlığa mahkum edilirken; siyasiler çalarken, rüşvet varken, ayakkabı kutuları varken, İranlıların önüne yatılırken ve bütün bunlar mahkemelerce bir şekilde kapatılırken diğer taraftaki tutum ve davranış Jakobenizm ve Makyavelizmdir. Türkiye Cumhuriyeti bir diktatörlüğe dönüştürülmeye çalışılıyor ama Gepetto Usta’nın diktatörlüğüne…

-U.P; Charlie Hebdo saldırısının ardından Paris’te yapılan Cumhuriyet Yürüyüşüne Davutoğlu’nun katılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
            B.Ş; Katıldı değil… Gel dediler, gitti tıpış tıpış. Niye Fas Kralı gitmedi? Bindi uçan halıya, taktı fesini gitti işte… Yine bir “hasta adam tablosu”.

-U.P; Cumhuriyet Gazetesi, Charlie Hebdo’dan dört sayfalık bir seçki yayınladı. Bunun akabinde gazete dağıtım araçlarına polis baskınları düzenlendi ve gazeteye yönelik ciddi tehditler söz konusu oldu. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
            B.Ş; O tehditlerin aynısını biz de alıyoruz. Cumhuriyet Gazetesi de abartmasın! Ben aldım Cumhuriyet Gazetesinin o sayısını… Onlar da az değil ha, ben sana söyleyeyim. Laikçi teyzeler gibiler, mahalle arasında kedilere sosis dağıtıp Atatürk bayraklarıyla sokaklarda gezenlerden… Bunlar da zarar veriyorlar. Evet, aldım ve seçki var ama sıkıyorsa birebir Türkçesini bas! Kapağında Muhammed… Muhammed olup olmadığını ne biliyorsun? Peygamber gelip elini mi koydu, “ben buyum, bunu çizmeyin” diye? Saçma sapan şeylerle uğraşıyoruz! Aldım gazeteyi, kocaman, yarım sayfa Ahmet Hakan reklamı… Kocaman, yarım sayfa CNN reklamı… Eee? Yok, dağıtımımızı polis engelledi… Birgün Gazetesininki niçin engellemedi bütün yolsuzluk belgeleri yayınlanırken? Aydınlık Gazetesinin ki neden engellenmiyor? Gündem niye sokakta? Evrensel, Yeniçağ, Milat, Milli Gazete neler söylüyor iktidara ve niye engellenmiyorlar? Benim anam senin ananı genelevde görmüş muhabbeti yapıyor bu ulusal medya! Ancak Türkiye ne kadar şanslı ki yerel medyası hala güçlü ve sapasağlam. Ama şimdi yerel medyaya el atacaklar, hazırlıklı olun! Bakın, beni her yerde yasakladılar… Halk Tv’de de yasaklıyım, Aydınlık Gazetesi yazılarımı kaldırdı, bütün kanallarda yasaklıyım, Aydın Doğan’da 12 senedir yasaklıyım. Öyle ki gazetelerine bile benim fotoğraflarımı kesip basıyorlar resimleri…

-U.P; Medya Gruplarından yasaklandım dediniz. Bunu iktidar mı organize ediyor yoksa medya patronlarının bireysel tercihi mi?
            B.Ş; Patronları niye yapsın. Patronların hepsinin karısı, kızı, metresi bende dikiş diktirdi, her şeylerini biliyorum! Sermaye meselesi… Ben sermayeye doğdum, reddettim. Ben güce doğdum, reddettim. O şan şöhret dedikleri şey hayatı pahalı yapıyor sadece. Jigolon bile iki katı para istiyor ünlendikçe. Ama ben bir tek şey söylerim; Ben kendim kaldım. Onların da her şeyini bildiğim için “aman bunu yok sayalım, aman bizim için bir şey söylemesin” dediler. E yapmayın söylemeyeyim. Ben yapıyor muyum?

-U.P; Gezi Parkı olaylarının ardından Ağustos 2013’te kaçırıldığınıza dair haberler aldık ve hatta aslında bu kaçırılma olayının doğru olmadığına dair de iddialar söz konusu oldu. Bu iddiaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizi kaçıranların kim olduğunu biliyor musunuz? Sizden talepleri ne oldu? Bu konuda yasal merciilere başvurdunuz mu?
            B.Ş; Tabi… Hala mahkemesi devam ediyor. O benim darp edilmemle bağlantılı bir olay. Hem kapımın önünde darp edilmemin hem de bu alıkonulmamın hukuki süreci işliyor. Alıkonulmam Takvim Gazetesinin, bu Fatih Tezcan’ın, yaptığı sübliman yayınlar savcılığın kafasını karıştırdı. Önemli değil… Süblimanda bana “suç uydurdu” diyorlar. Ben pavyondan gelme pop yıldızı değilim, kendimi kaçırtıp suç uydurtucam 56 yaşımda… Tamamen söyledim, ifadelerimde de var; darp etmediler, gasp etmediler, taciz etmediler, hakaret etmediler. Sadece telefonumu aldılar o kadar. Onun dışında 13 saate yakın beraber zaman geçirdik. Bu üç kişinin bana anlattıkları benim hangi gün, hangi sefer sayılı uçakla gelip, havalimanında kaç numaralı kontuardan pasaportla giriş yaptığıma kadar şeylerdi. E kim oldukları da belli zaten bu bilgilere sahip insanların. Şubat ayının sonunda bir duruşması daha var. Bir olay yeri inceleme daha istedik. Hakim Bey de kabul etti. Savcı Bey zaten “artık bu davayı kapatalım, komik olmaya başladı” dedi. Ama Ankara beni seviyor işte, savcılar hakimler seviyor da bırakmıyor… Şimdi bekle, ben zaten Şubat’ın 26’sında Cenevre’ye, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliğine gidiyorum. Bu davalara müdahil olmasını istiyoruz Birleşmiş Milletlerin. Ben bunlara bir haddini bildireyim…

-U.P; İstanbul son yıllarda ranta ciddi ölçüde kurban gidiyor ve ranta karşı direnişlerin başında da sizi görüyoruz. Çanakkale’ye de belli aralıklarla gelip gidiyorsunuz. Çanakkale’de de aynı rant savaşını, aynı betonlaşmayı gözlemliyor musunuz?        
            B.Ş; Çanakkale’nin de hali öyle… Bakınız Çimenlik Kalesi, Hamidiye tabyaları, daha yeni gördüm çimentolarla sıvanıyor. Çimenlik Kalesini vermişler İl Özel İdaresine, etrafı beton duvarlarla kapatılmış… Buraya bir ucube saray da yapmışlar “İl Özel İdaresi Sarayı” diye. E-5’e düşmüş saray…

-U.P; Haziran Direnişi yeniden sokağa çıkma kararı aldı. Sizce bir Gezi Parkı daha olacak mı?
            B.Ş; Hayır, yeniden bir Gezi Parkı falan yok! Yenisi, eskisi yok. Gezi bir tane… O bizim göz bebeğimiz. O çok iş başardı, kimse farkında değil! Daha travmaları devam ediyor. Tamam, hepimiz bir yana dağıldık. İşimizi, gelirimizi, popülaritemizi kaybettik. Mesleğimi bırakıyorum ben bunların yüzünden!

-U.P; Barbaros Bey, Gezi Parkı bitti ama çok şey kazandık dediniz? Gezi Parkı’nın kazanımlarından bahseder misiniz?
            B.Ş; Mesela, Gezi Parkı’nın bana göre en önemli kazanımı “komünü” tekrar hatırlattı bizlere. Biz komünü yaşadık orada. Yani para geçmedi, taciz ve tecavüz olmadı, kavga olmadı. Çok iyi bir imece idi. İmeceyi hatırladık. İkincisi, mesela ben orada paramedik olarak da görev aldım. Böyle bir halk hareketinde Kızılay neredeydi çok merak ediyorum doğrusu. Orada biz üstlendik ilkyardımı… Halkın kendi kendine yetebileceğini gösterdi. Bir de tüm siyasi partilerin, yani MHP, AKP, CHP, İP, TKP ve aklınıza gelen hepsinin aslında aynı börek tepsisinin başında nasıl oturduğunu gösterdi halka. Meclisteki 550 kişinin, içlerinden bir ikisini tenzih ediyorum tabi ki, işlevsizliğini gördük. Toplasan 10 tane var AKP’nin içinden, CHP ve MHP’nin içinden Türkiye Cumhuriyetine yakışan parlamenter… 550’den 10 tane çıkar, diğer 540’ı pavyon türkücüsü gibi saçını boyamış, çoluğuna çocuğuna bir liradan bonfile yediriyor, uçak biletleri bedava bir de VIP’ten uçuyor, ofis ve sekreter emrinde… Ne yapıyor? El kaldırıyor, el indiriyor!

-U.P; Öyleyse mecliste en çok hangi millet vekillerini beğeniyorsunuz?
            B.Ş; Ben Melda Onur’u çok seviyorum tabi ki… Şafak Pavey’i gençliğinden beri tanırım ve çok beğeniyorum. Aykut Erdoğdu çok değerli, tüm eleştirilere rağmen Sezgin Tanrıkulu sonra Mahmut Tanal, Hüseyin Aygün… Bir sürü var; her partiden var. HDP’den de var, gerçekten söylemleriyle, yaptıklarıyla üreten, barışı ve huzuru telaffuz eden insanlar... Gerisini tanımıyorum zaten, tanımak da istemiyorum. Ben yedi yaşımda Mevhibe İnönü’nün Fotokaraca’da düğmelerini dikerek mesleğe başladım. Özal, Mesut Yılmaz, Çiller, Erbakan, Sezer, Hayati Yazıcı’nın eşi hepsiyle de çalıştım. Ben Gül ve Erdoğan’la çalışmadım… Kısmet olmadı. Zaten mesleği bıraktığım için de kısmet olmayacak!

-U.P; Mesleğinizi bırakmaya mı karar verdiniz?
            B.Ş; Tabi, tabi… Biz ustam Yıldırım Mayruk ile karar verdik. Mesleği bırakıyoruz. Ayrıca Türkiye’den de ayrılıyoruz.

-U.P; Türkiye’den de ayrılıyorum diyorsunuz. Bu kararınızda etkili olan faktörler nelerdir?
            B.Ş; Özgürlük! Ayriyeten hayatımda devrim yapmak istiyorum. Ustam çalıştı, 50 yıldır da bir numara Yıldırım Bey. Yeter, zaten ihtiyaç da yok. Benim de öyle… Emekliliğimi istedim SGK’dan. Bu ayın sonunda emekli oluyorum. Bize zaten ihtiyaç da yok. Türkiye giyinmiyor! Türkiye ya ekranlarda, jürilerde, orada burada kıçını başını açıyor ya da protokolde sarıp sarmalanıp mumya gibi yürüyor!

-U.P; Yani modayı bıraktığınız gibi Türkiye’den de ayrılıyorsunuz…
            B.Ş; Evet, hem modayı bırakıyorum hem de Türkiye’den ayrılıyorum! Başka bir işim var şimdi.

-U.P; Yeni mesleğinizi öğrenebilir miyiz Barbaros Bey?
            B.Ş; Hayır, öğrenemezsiniz! Türkiye’ye sürpriz… Nazar değiyor sonra, büyücü üfürükçü dolaştırma beni… 

-U.P; Cumhurbaşkanı Erdoğan son günlerde dünyada en fazla basın özgürlüğünün Türkiye’de olduğunu söylüyor. Erdoğan’ın bu iddiası hakkında ne düşünüyorsunuz?
            B.Ş; Sulh Ceza Mahkemelerindeki, Sulh Hukuk Mahkemelerindeki Cumhurbaşkanımızın benimle olan davalarına göz atmak gerekiyor bu durumda. Faili meçhul darbıma, halen davası süren alıkonulmama bakmak lazım… Yalnız ben sadece bir konuda kendisine çok müteşekkirim; ülkücüleri bile gazlarken, Kürtleri silahlarken, Türkleri Balyoz ve Ergenekon’dan içeri atarken; her yere topyekun savaş açmışken, Taksim’i, Gezi Parkı’nı iyi bildiğini de televizyonda milyonlara deklare etmiş bir Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’a şundan teşekkür ediyorum; Bizim İstanbul’da, Haziran ayının son Pazar günleri gerçekleştirdiğimiz Büyük Eşcinsel Yürüyüşüne sonuna kadar destek veriyorlar, hiçbir şekilde polis kardeşler bizi ellemiyor. Hatta “Eşcinsel Bayrakları” kazara kasklarına değer de eşcinsellik bulaştırırız diye korkuyorlar… Yani bu konuda müteşekkirim Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a. Türkiye’nin eşcinsel yürüyüşlerinde polisi müdahale ettirmiyor. Bundan daha büyük bir özgürlük olabilir mi?
-U.P; İdeolojisi bilinen AKP’nin polisinin Büyük Eşcinsel Yürüyüşüne müdahale etmemesi iktidar partisi için samimi bir hareket mi? Bir sonrakinde de etmeyecekleri anlamına gelir mi?
            B.Ş; Çok samimi… En azından şu bakımdan samimi; İngiliz Büyükelçiliği Galatasaray’da Gökkuşağı Bayrağı ( Eşcinselleri temsil eden bayrak) çekerken, Türk vatandaşı ile şu an yeni eşcinsel evlilik yapmış olan İstanbul Amerikan Başkonsolosu bu yürüyüşe katılacağını açıklarken devlet protokolü erkekliğini bir kez daha gözden geçirmek zorunda kalıyor. Ne kadar delikanlı olduklarını görüyoruz biz. Led ışıklı onlar. Led Işık delikanlıları… 

-U.P; Türkiye’de cinsel yönelim hakkının anayasa sokulması için ne gibi çalışmalar yapılması gerek?
            B.Ş; Var anayasada. Bence bir sıkıntısı yok! Eşcinsellik yasak değil Türkiye’de… Anayasaya göre devlet tüm vatandaşlarına eşit mesafede. Uygulamada sıkıntı var… E bir de gelenekler, tabular var. Toplumsal travmalar yani... Bu ülkede ezan okumuş, tesettüre girmiş bir Bülent Ersoy var ekranda… Daha özgür ne olabilir dünyada yani. Bir Müslüman ülkede daha özgür ne olabilir? Bak sormuştun, Cumhurbaşkanının basın özgürlüğü var demesini, örneğini de bunu veriyorum; Bülent Ersoy’un o basında ezan okuması, tesettüre girmesi ve evlenebilmesidir.

-U.P; Sizce Türkiye’de eşcinsel evlilik ne zaman?
            B.Ş; Var ki! Ramazan evlendi Amerikan Başkonsolosuyla… Bak, protokolde John ve eşi diye davetiye gittiği zaman Ramazan ve John el ele Ankara gidiyor. Protokol masasında da “dike dike” oturuyor!

-U.P; Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlarına ne zaman tanınacak bu hak? Onu soruyorum…
            B.Ş; Ohooo… Evlilik, adaptasyon kontratlı evlilik… Bunlar süreç. Onlar hemen yarın olacak işler değil. Ama ben tabi çok yakın bir tarihte, seçim üstü AKP’nin “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz”, “Yaşasın Eşcinsel Evlilik” diye sokaklara çıkıp oy dileneceğini hayal edebiliyorum. Ama eşcinsel evliliğe vakit var. Toplumun gelenekleri, görenekleri falan… Bozulmuş şeylerin düzeltilmesi zordur. Bu topraklarda hiçbir zaman eşcinsel ilişki tabu olmadı. Bu topraklarda Helen Uygarlığında, Roma Uygarlığında, Sümerlerde ve hatta Osmanlı’da dahi eşcinsellik tabu değildi. Osmanlıda da Deyyuslar, Pezevenkler, İçoğlanları, Harem Ağaları, Muhallebi Oğlanları, zenneler vardı. Bu terimler yasal terimlerdi. Zennelerin falan meslek örgütleri dahi vardı Osmanlıda. Bir tane padişah hamamda oğlan peşinde koşarken düştü de öldü. İşte ecdadları… 

-U.P; Bülent Arınç’ın HDP’nin eşcinsel seçmen tabanına yönelik söylemlerini nasıl buldunuz?
            B.Ş; Çok güldüm ben ona. Nereden biliyorlarmış? Tek tek denemişler mi?

-U.P; Çözüm süreci hakkındaki fikirleriniz nelerdir?
            B.Ş;  Çözüm yok, o ayrı bir şey. Özüm var bu işte! Zaten adı baştan yanlış… Açılım değil “katılım” olması lazım onun adının. Bu konudaki görüşlerimi, siyasi ideallerimi herkes bilir. Tartışmaya gerek yok. Bir röportajımda “beni kızdırmayın, Demirtaş’a oy veririm” dedim. Daha sonra ortalık ayağa kalktı, “Demirtaş’a Verecek” diye manşetler attılar. Şimdi, Bülent Arınç da benim Demirtaş’a “vermem” fiilinden HDP’nin seçmen tabanının oranlarını söylüyor. Aslında bana gönderme yapıyor ama Bülent Arınç’a hatırlatırım bana bulaşmak Manisa’da şerefeden halka mesir macunu atmaya benzemez!

-U.P; Muhalefet partileri hakkında ne düşünüyorsunuz? Muhalefeti yeterli buluyor musunuz?
            B.Ş; Muhalefet yok ki… Muhalefet varsa Taksim’in köşesine yapılan Şan Müzikholü kimin sormak lazım? Maksim’in yerine yapılan o ucube kimin? Bunlar hangi siyasi partinin sermayesine hizmet ediyorlar? Bu, Taksim Meydan’ındaki iki AVM’nin sahiplerine bir bakın, muhalefetin ne olduğunu görürsünüz. Bütün bağırtım ondan zaten… İktidar da yok muhalefet de yok bu ülkede!

-U.P; Peki, yeni muhalefet arayışları? Mesela Andolu Partisi kuruldu. Onları nasıl buluyorsunuz?
            B.Ş; Emine Hanım ve Ertürk Bey çok başarılılar tabi… Ama hani bir moda var ya burada “Türkiye’nin bilmemnesi” diye…  Hani Türkiye’nin Madonnası falan. Bunlar da Türkiye’nin Marie Le Pen’i…
           
-U.P; AKP’yi CHP’yi MHP’yi HDP’yi üçer kelime ile tanımlayacak olsanız hangi kelimeleri kullanırdınız?
            B.Ş; Biri tafra, biri safra, biri kofra, biri de pasta…

-U.P; Tayyip Erdoğan ve Cemaat arasındaki gerilimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
            B.Ş; Benim annem senin anneni genelevde görmüş…

-U.P; 10 yıl süreyle sürgünde yaşadım diyorsunuz. Hangi sebeple ve nerede yaşadınız? Bu süre içinde ne işlerle meşgul oldunuz?
            B.Ş; İşte, 80li yıllar yahu… Bu Dev-Sol falan… 7 Ekim 1980’de ayrıldım Türkiye’den. Balkan Havayolları ile Sofya’dan Londra’ya gittim. 4 yılımı Londra’da geçirdim, 3 yılımı İsviçre’de geçirdim, 4 yılım da Fransa ve Almanya’da geçti, 9 yıl sonra döndüm ben Türkiye’ye… Bu sürede okudum, çalıştım, evlendim, çocuk sahibi oldum, kariyer yaptım, her şeyi yaptım. Boş durmam ki ben.          

-U.P; 2007’de yayımlanan “3. Sınıf Hamur Kağıda Matbaa Mürekkebi Hayatlar” kitabınız beğeni toplamıştı. İnsanlar sizden bir kitap daha beklerken gerisi gelmedi. Yeni kitap çalışmalarınız var mı?
            B.Ş; Var, olmaz mı? Hazır, Prova Odası diye… Prova Odası’nı yayınlayacağım. Prova Odası çok güzel, okunabilir bir kitap. Öbürü modern bir kurguydu, Türkiye onu anlamadı aslında. Zaten Migros satmama kararı aldı, Doğan Grubu iade etti. Prova Odası çok güzel bir hikaye, büyük ihtimalle sahneleyeceğiz de onu tiyatro sahnesinde… Ancak ben Prova Odasını önce Türkçe mi yoksa İngilizce mi yayınlayacağıma karar vermedim. Londra’da İngilizce bastırıp oradaki reaksiyona göre sonra da Türkçe bastırabilirim. Çünkü, Prova Odası birilerine “batacak”! Onun dışında Yıldırım Bey’in biyografini hazırladım.  İşte benim emeklilikte vakit ayıracağım şey üretmek. Başka kültür-sanat projelerim de var. Bu süreçte topluma daha fazla eğitim, sosyal, arşiv, kütüphane… Bunları vereceğiz halka. İşsiz değiliz yani, paramız pulumuz da var.

-U.P; Kazdağları’nda doğayı katletme ve halk sağlığını tehlikeye atma pahasına devam etmekte olan madencilik faaliyetleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
            B.Ş; Sadece madencilik değil ki… Asıl büyük tehlike şimdi şarapçılık. Bütün zeytinleri söküyorlar, toprakları kaldırıyorlar ve şarapçılığa başlıyorlar. Ayriyeten Kazdağları’nda şişmekte bir volkan bacası tespit edildi. Kazdağları patlayacak. Yani orası nasılsa havaya uçacak Santorini gibi ama konu bu değil. Oradaki yağma, katliam çok feci… Biliyorsunuz bu sadece Kazdağlarında değil, her yerde var. Gezi Parkı, Soma, Yırca, Anadolu’daki HES direnişleri… Bunların hepsi bir referanstır. Ama Çanakkale ve Balıkesir gerçekten içinde yaşadığı insanların sahip çıkmadığı, her şeye göz yumduğu şehirler haline gelmiş. Üstelik Çanakkale sosyal demokrat bir şehirdir, gerici-yobaz değildir. Sahip çıkmıyorsunuz! Kazdağlarında “altın-siyanür”… Eee sen burada oturuyorsun, orada değilsin, dur demiyorsun! Biz öyle girdik 27 Mayıs gecesi Gezi Parkı’na. Bana sabah telefon geldi, üzerimdekilerle çıktım parka koşturuyorum. Sabah ayazı da soğuk olur diye üzerime bir hırka attım. Koşarken ayağıma bir şey dolanıyor. Döndüm bir baktım üzerime bordo bir bornoz giymişim. İşte biz böyle kurtardık Gezi Parkı’nı. Siz de gidin kurtarın kardeşim!

-U.P; Ve son olarak bir valinin Çanakkale Deniz Zaferinin yüzüncü yılı kutlamaları dolayısıyla Mustafa Erdoğan’la yüksek bir miktar paraya antlaştığını iddia ettiniz. Hatta, Sertap Erener’in de bu anmalardan iş koparmaya çalıştığını iddia ettiniz. Bu konuda bildiklerinizi paylaşır mısınız?
            B.Ş; Ben söyleyeceğimi söyledim, bak sen de soruyorsun. Hatta geçen gün gördüm bir Çanakkale gazetesinde Mustafa Erdoğan ve Çanakkale Valisinin projeksiyon makinesi önünde fotoğrafları var. Şimdi ihaleyi bana bırakmaya çalışmasınlar. Çanakkale’de yaptığım bu gösteride de 100. yıl ajansının veya Valiliğin bir kuruş desteği yok. Gösteriyi engellemedi ama vali, yasaklayabilirdi. Teşekkür ediyorum. Nasıl biz Bakü’ye giderken Ankara’dan gelen telefon ile gitmemiz engellendi. Aynı şekilde burada da “beyaz makam arabası olan AK Vali” beni yasaklatabilirdi. 
                               
                                                                                                                   Gündem  Gazetesi, 20.01.2015

16 Ocak 2015 Cuma

JE SUIS CHARLIE*



Geçtiğimiz hafta Paris’te Charlie Hebdo dergisine gerçekleştirilen terör saldırısının yankıları halen sürüyor. 12 kişinin yaşamını yitirdiği köktendinci saldırı geçen hafta da belirttiğim gibi tüm dünyada ırkçı, faşist ve köktendinci gazete saldırılarının önünü açacak mahiyette idi. Nitekim, Hebdo saldırısının ardından aynı nefret dalgasına kapılmış köktendinciler gazete ve gazetecilere sürdürdükleri saldırılar ile Kuaşi Kardeşleri Türkiye’de adeta yaşatıyorlar.
Geçtiğimiz Çarşamba günü Charlie Hebdo dergisinin katliamdan sonra yayınladığı ilk sayının karikatürlerine yer veren bazı yerel gazeteler ve internet siteleri mahkeme kararı ile kapatıldı. Oysaki Başbakan Davutoğlu, Charlie Hebdo saldırısı ve devam eden günlerdeki terör saldırıları sebebiyle Fransa’da düzenlenen “Cumhuriyet Yürüyüşüne” katılmış, ifade özgürlüğünü net bir dille savunmuştu. Yoksa bu durum Ortadoğu’daki yaşanan gelişmeleri ve Türkiye’nin “teröre destek veren ülkeler listesine” girecek olması gerçeğini bir nebze de olsa örtbas etmek üzere yapılmış; dışlandıkları uluslar arası camiada tekrar yer edinmek amacıyla gerçekleştirilmiş samimiyetsiz ve yersiz bir hamle miydi?
Bu hafta Cumhuriyet Gazetesi, Charlie Hebdo katliamı münasebeti ile dergiye ait dört sayfalık bir seçkiye yer verdi. Çarşamba günü erken saatlerde Cumhuriyet Gazetesinin dağıtım kamyonlarına önce polis operasyon düzenledi ve kamyonları yaklaşık bir saat alıkoydu. Kamyonlar ancak savcılık kararının ardından hareket edebildi. Gün içinde ise Cumhuriyet Gazetesinin önünde birçok protesto yapıldı. Bu protestoların hepsinde Cumhuriyet Gazetesi ve yazarları açıkça ölümle tehdit edildi. “Ümmet unutmaz, zamanı gelince öldürürüz” şeklinde pankartların açıldığı Cumhuriyet Gazetesi protestolarında açıkça katliam çağrıları yapıldı. Cumhuriyet Gazetesi ve yazarları Charlie Hebdo teröristi Kuaşi Kardeşler özentileri tarafından açık birer hedef haline getirildi.
Karikatür dergileri Penguen, Uykusuz ve Leman bu hafta Je Suis Charlie yazılı ortak kapak ile piyasaya sürüldü. Ancak bu dergilerin bazı bölgelerde dağıtımının yapılmadığı, bazı bayilerde ise vitrinlere çıkmadığı tespit edildi. Kısaca, Kuaşi Kardeşler zihniyetinin kadife versiyonları basın ve ifade özgürlüğünü her şekilde kısıtlamayı kendilerine hak görüyorlar.
Cumhuriyet Gazetesi ve yazarlarına son birkaç gündür yapılan saldırı ve ölüm tehditleri ile karikatür dergileri Penguen, Uykusuz ve Leman’a bir haftayı geçkin süredir yapılan hedef gösterme ve saldırı çağrıları Türkiye’deki köktendincileri Kuaşi Kardeşlervari bir saldırıya teşvik etme amaçlı yapılıyor. Cumhuriyet Gazetesi yazarları ile Penguen, Uykusuz ve Leman çizerlerinin açık birer hedef olarak gösterildiği bugünlerde baskıya ve teröre boyun eğmeyen bu yayın kuruluşlarının ve çalışanlarının ifade özgürlüğü adına sergiledikleri dik duruş takdire şayan!
            Şunu hatırlatmakta fayda var ki Dünya’nın neresinden olursak olalım, ulaştığımız insan sayısı ne kadar olursa olsun biz gazeteciler, yazarlar ve çizerler asla ama asla kalleş cinayetler ile basını susturmaya çalışan terör örgütlerinden, köktendinci militanlardan, resmi veya sivil hiçbir baskıdan korkmuyor; ifade özgürlüğümüze ket vuracak her türlü eylemin karşısında dimdik duruyoruz! Nefret duyguları ile ifade hakkımızı engelleyici her türlü silahlı örgüte karşı tek silahımız kalemlerimizdir. Bildiklerimizi yazmaktan, doğruları söylemekten asla vazgeçmeyeceğiz!
***
            Korkusuzluk diyince akla gelen isimlerden biri de sivri dili ve cesur çıkışları ile ünlü modacı Barbaros Şansal. Barbaros Şansal, Yıldırım Mayruk ile “2023’e Hikayeler” defilesi sebebiyle Çanakkale’de… Kendisiyle yaptığım, 2023’e hikayeler defilesine, kendi yaşantısına ve Türkiye’nin gündemine dair röportaj salı günü Gündem Gazetesi’nde olacak. Şansal’ın çarpıcı açıklamalarda bulunduğu röportajı kaçırmamanızı öneririm. 

*Ben Charlie’yim 
                                                                                                                     Gündem Gazetesi 16.01.2015

9 Ocak 2015 Cuma

NEFRET HAFTASI

            Geride bıraktığımız hafta Türkiye ve Dünya için hiç de iç açıcı değildi. Bir tarafta heteroseksist bir toplum düzeninin intihara ittiği trans kadın Eylül Cansın, diğer tarafta Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’ya gerçekleştirilen radikal İslamcı terör saldırısı…
            Bu hafta 22 yaşında bir Trans kadın, Eylül Cansın, Boğaziçi Köprüsünden atlayarak yaşamına son verdi. İntihar etmeden önce çektiği video ise aslında toplum olarak her birimizin bu intiharda ne denli payımız olduğunu gözler önüne serdi. Çektiği veda videosunda “Başaramadığından, çalışmak isteyip çalışamadığından ve insanların kendisine sürekli engel çıkardığından” bahseden Eylül Cansın, bu sebeplerle intihara karar verdiğini söylüyor.
            Türkiye’deki transseksüeller en çok ayrımcılığa uğrayan gruplardan biri. Onlara karşı toplumda sebepsiz bir nefret mevcut… Bu nefretin iki sebebi var, biri transseksüellerin cinsel yönelimleri, diğeri ise transseksüel olmanın “seks işçisi” olmakla aynı olduğu algısı. Cinsel yönelim istisnalar hariç doğuştan gelir. Cinselliğin keşfedilme yaşı olan ergenlikte de keşfedilir. Ergenlikte birey hemcinsine mi karşı cinse mi yoksa her ikisine de mi ilgi duyup duymadığını keşfeder. O sebeple kişinin doğuştan gelen cinsel yönelimi, heteroseksüellik kadar doğal olan, homoseksüelliğin, transseksüelliğin ve biseksüelliğin toplum tarafından dışlanmaması gerekir. Transseksüellerin diplomaları hangi alanlarda olursa olsun, ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar asla ama asla kendilerine iş verilmiyor. ABD ve Avrupa’daki örneklerin aksine devlet dairelerinde çalışmaları, siyasette aktif rol almaları sanki yasakmış gibi… Bu sebeple seks işçiliğine itiliyorlar, toplum ise onları ittiği bu meslekten ötürü yargılamaktan büyük zevk alıyor! İntihar eden Eylül Cansın ne demişti? “Çalışmak istedim ama engel oldular”. Eylül Cansın’ın çalışma idealine, sahibi olduğu İstanbul Üniversitesi diploması ile iş yapmasına engel olan bizlerdik. Her birimiz idik. Transseksüelleri sokaklarda gördüğünüzde direkt laf atarak, parmak işaretleri ile gösterip gülerek, iğrenç bir sırıtmayla yüzlerine bakarak ya da en basiti dalga geçer bir bakışla yanınızdaki arkadaşınızla fısıldaşarak dalga geçmeniz onları seks işçiliğine iten, psikolojik şiddete maruz bırakan ve nefret cinayetlerine kurban gitmelerine neden olan toplumsal nefret dalgasının bir halkasıdır. Kendimizi kandırmadan, dürüstçe cevap verelim, bu nefret dalgasının en az bir halkası olduk öyle değil mi? Daha fazla canları nefret cinayetleri veya intiharlar ile kaybetmeden toplum olarak kendimize çeki düzen vermeli, insanları sadece insan oldukları için kabul etmeliyiz! Eğer kendi hayat tarzınız ve dünya görüşünüz ile uyuşmayan kişilerin sosyal haklarını ve yaşama haklarına kadar giden uzun bir hak listesini ellerinden alır ve bu düzeni devam ettirirseniz, değişen toplum düzeni ile yarın onaylanmayan birey siz olduğunuzda ciddi sıkıntılar içine kendi eliniz ile itilmiş olacak, herhangi bir nefret dalgasının bir diğer kurbanı siz olacaksınız!
            Bu hafta nefretin bir diğer sonucunu Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’ya yapılan radikal İslamcı saldırı ile de tecrübe ettik. Saldırıyı henüz hangi terör örgütünün yaptığı belli değil ancak sebebi belli. Fransa’nın önde gelen mizah dergisi Charlie Hebdo’nun geçmişte Hz. Muhammed’i resmeder şekilde çizdiği karikatürler ve IŞİD’i hicvettiği karikatürler bu saldırının sebebi olarak gösteriliyor. Bu korkunç saldırıda 12 kişi yaşamını yitirdi.
            Dinin kutsallığı bireylerin zihinlerindedir. Herhangi bir kişinin, bir derginin, bir yazarın din hakkında yaptığı yorum, yazdığı yazı, çizdiği karikatür bireyin dinine zarar vermez, kutsallığını alıp götürmez. Charlie Hebdo dergisinin karikatürleri basın özgürlüğü ve ifade hürriyeti çerçevesindedir. Ancak kan dökmek isteyen ve düşmanlığı yüceltmek isteyen radikallerce "kendi ülkelerinde olmayan" din ve vicdan özgürlüğü ve eleştiri hakkı adı altında nefret ile kan dökülmesini teşvik etmişlerdir. Sonuç, nefret ile verilen vaazlar, intikam duygusu ile harekete geçirilen cemaatler nefretin dalgasını genişletmiş; intikam komandolarına bu kalleş saldırıyı yaptırmıştır.
            Türkiye’de ise durumu fırsat bilen bazı dinci gazete yazarları ve dinci kesimden vatandaşlar sosyal medya hesapları üzerinden geçmişe dönük karikatürlerini paylaştıkları Penguen ve Uykusuz isimli karikatür dergilerini ve Charlie Hebdo dergisi ile kardeş dergi olan Leman Karikatür Gazetesini alenen hedef göstermişlerdir. Dünya’da gazetecilere ve karikatüristlere fundamentalist saldırı geleneğini başlatacak nitelikte olan Charlie Hebdo saldırısının ardından Türk mizah dergilerine yönelik hedef gösterme provokasyonu ziyadesiyle ciddi ve sonuçları korkunç olabilecek bir harekettir. AKP hükümetinin Charlie Hebdo saldırısına hiçbir kınama yapmadığı ve polisin iktidarın askeri konumuna geldiği Türkiye’de hedef gösterilen Türk mizah dergilerinin korunmayacağını düşünmek dahi korkunç.
            Kendi adıma Charlie Hebdo mizah dergisine yapılan ve 12 kişinin ölümüyle sonuçlanan fundamentalist, kalleş, basın özgürlüğüne ve ifade hürriyetine balyoz gibi inen bu saldırıyı lanetliyor; Türk mizah dergilerini ve karikatüristlerini hedef gösteren yazarları ve zihniyeti kınıyorum!
                                                                                                                     Gündem Gazetesi 09.01.2015